YOL KESEN HAYDUTLUR: SINIRLAR - Prof. Dr. Salih ŞİMŞEK - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









YOL KESEN HAYDUTLUR: SINIRLAR - Prof. Dr. Salih ŞİMŞEK
Tarih: 29.08.2013 > Kaç kez okundu? 2322

Paylaş


Dünya telaşı işte… Bir süredir yolculuk yapamadım. İki yolculuk arasındaki zaman uzadıkça benim de huzursuzluklarım artar. Fırsat aramaya başlar, yakaladığım anda da gereğini yaparım.



Geçen günlerde bu vesileyi yakaladım ve 36 yıllık hayat arkadaşım, yoldaşım ve dert ortağım eşimle birlikte vurdum kendimi yollara… 40 yıllık hasret kalmış iki gönül dostu gibi, önce yollarla selamlaştım. Hâl hatır sordum. Çok şükür iyilermiş. Benim ne hâl üzere olduğumu sordular, ben de:

- Epeydir huzursuzum. Sizlerle görüşemedim. Muhabbet edemedim. Sohbette bulunamadım, ama şimdi iyiyim çok şükür, Elhamdülillah, dedim.

O da:

- O zaman hoş geldin… İyi ki geldin. Yoksa sağlığından şüphe edecektim. Bilirsin ki ‘seyahat eden sıhhat bulur’. Yine bilirsin ki ‘seyahat etmeyenler yavaş yavaş ölürler’. İnşallah birlikte yapacağımız bu yolculukta, bu yoldaşlıkta, olumsuzluk yaşamaz ve mutlu oluruz, dedi.



Nereye gittiğini bilmediğim bir istikamette birlikte yolculuğu başladık. Yolları ve yolculukları sevenler için bir yere gitmek gerekmiyor ki, önemli olan yollarda olmak… Yolculuğa başladığımız o yol bana bir şey sormadı, ben de ona nereye götürüyorsun beni? Diye sormadım.



Yollara düştüğümde, tüm damarlarım açılır benim. Allah, tüm dert ve sıkıntılarımı o yollarla benden alır ve derdim sıkıntım kalmaz. Yolların iyisi kötüsü de yoktur benim için, ama uzun olanlarını, ucu bucağı görünmeyenleri, günlerce birlikte olunanları severim. Her âdemoğlunun hastalığına ayrı bir tedavi yöntemi olduğu gibi, benim de pek çok rahatsızlığıma iyi gelen yöntem, yollara düşüp, yollarla hemhâl olmak, onlarla yatıp kalkmak ve onlarla uzun uzun sohbet edip fikir jimnastiği yapmaktır. Eğer tabir caiz ise, yollara düşünce kendimden geçerim. Diyeceğim o ki, yollarla yapılan yolculukların tadı bir başka oluyor. Bu mutluluğu bilmeyenlere anlatmak, hemen hemen imkânsızdır.



Sükût içinde bir süre gittik. Nereye gittiğimizi ben sormuyorum, yol da söylemiyor. Yol boyu molalara uzunca bir süre gittik. Bağlar ve bahçeler geçtik. Bir de baktım ki ülkeyi savunurken binlerce şehit verilen ŞEHİTLER DİYARI’na gelmişiz. İki denizi birleştiren bir boğazın kenarındayız. Burada durduk. Yol bana:

- Burada bu gece kalın, benim başka yolcularım da var. Ben, sizi yarın gelir alırım. Dinlenin ve bol bol dua edin, dedi.

Yollar, çok iyi bilirler ki ben onların söz ve tekliflerine hiç itiraz etmem.

- Peki, dedim.

Uzun uzun seyrettim bu Allah’ın güzel eserini… Kıyısında iftar açtım. Çay içtim. Tatlı tatlı esen şehit rüzgârlarını derin derin içime çektim. Karşı kıyıları seyrettim. Gelip geçen gemilere uzaktan da olsa, selâmlar verdim. Odama geçtikten bir süre sonra da kendimden geçmişim ve uyumuşum.



Sabah olduğunda yoldaşım yol gelmiş bizi bekliyordu.

- Beklettim, özür dilerim, dedim.

- Hayır, sen beklemeyi ve bekletmeyi sevmezsin. Onun için tam vaktinde geldim. Hadi Bismillah, gidiyoruz, dedi.

Nereye gittiğimizi yine sormadım. Ne gerek var ki? Beni en iyi anlayan o… Benim, ‘her nerede değilsem, sanki orada olursam daha iyi olacakmışım gibi geliyor bana’ duygusunun sahibi olduğumu da en iyi o biliyor.



Yollardayız. Tanrı Dağları’nın karlı zirvelerini hayal ederek, Kazakistan Bozkırları’ndan gelen bir CD’yi dinliyorum. At kişnemeleri, dombura sesleri ve esen haşin rüzgârların sesi… Mest oluyorum.



Aa… Bir de bakmışım ki bir gümrük kapısına gelmişim. Yahu eskiden karşı taraflar bizimdi. Bu kapı da nereden çıktı? Yanımızda sadece kimlik belgelerimiz var. Kapıya yanaştım. Bir görevli ile biraz cebelleştik:

- Buradan ileri gidemezsiniz. Pasaportunuz yok, vizeniz yok, aracınız için triptik yok, dedi.

- Niye? Dedim.

- Orası bir başka ülke, dedi.

- Yahu, orası ne zaman bir başka ülke oldu? O taraflar 500 yıl boyunca bizim değil miydi? Hangi hain, hangi zalim ve uğursuz, oraları bir başkasına verdi? Bundan benim niye haberim olmadı. Ben hâlâ oralar benim/bizim olarak biliyorum ve öyle kabul ediyorum.

- Fazla soru sorma! Şimdi buradan dön ve geldiğin istikamete geri git, dedi.



Hayret ki ne hayret! Eskiden asırlardır benim olan topraklara giremiyorum. Belge istiyorlar, pasaport istiyorlar, triptik istiyorlar ve istiyorlar da istiyorlar ve daha neler, neler… Kahrolsun!

İstemeye istemeye, çarnaçar döndüm. Yola da kızdım:

- Madem buradan ileri gidemeyecektin, beni neden buralara kadar getirdin de içimi yaktın?

Yol:

-Takma kafana, dedi.

Gümrük kapılarını göstererek:

- Bunlar var ya bunlar, her biri bir HAYDUT... Yol haydutları bunlar… Hem de katıksız yol haydutları… Geleni de gideni de sorgulayan ve soyan modern haydutlar. Her birisi bir DELİ DUMRUL… Ataların olsaydı bunların esamileri okunmazdı. Ben sadece bu acı realiteyi sana göstermek için buralara kadar getirdim. Biraz yordum sizi kusura bakmayın, dedi.



Başım dönüyor. Ah sınırlar ah... Yolların önlerine suni olarak engeller koymasanız ve insanların seyahatlerini sınırlandıran ve ‘hudut’ da dediğiniz sınırların sınırını kaldırsanız olmaz mı?



Ne diyebilirdim ki? Homurdana homurdana geri döndük. Bir başka istikamete doğru gidiyoruz. Sanki daha önce tanıdığım coğrafyalara benzer arazileri görüyorum. Bol miktarda ayçiçeği ekilmiş. Bir şehre geldim ki, bir de ne göreyim, 39 yıl önce askerlik hizmetim için geldiğim, 12 ay arazilerini adım adım gezdiğim yere gelmişim… Bu yollar var ya bu yollar? Benim ruhumu okuyorlar, söylemek istediğimi söylemeden; görmek istediğimi de görmeden anlıyorlar. Çok da iyi olmuş, güzel bir nostaljik tur…

Yol beni yine uyardı:

- Bu gece burada konaklayın. Belki bir daha gelemezsin. Eski ev sahibin bu dünyayı terk edeli yıllar olmuş ama sen yine onun evine git ve bir fatiha oku. Sonra da sokak başındaki çay ocağındaki zata uğra ve çay içerek bir nostalji yap. Oradan ayrıldıktan sonra, hani ana cadde üzerinde bir tatlıcın vardı ya, senin memleketin olan İslâhiye’de askerlik yapmıştı, ona git ve tatlısından bir daha ye. Fotoğraf çek. Buraya ilk geldiğinde bir süre kaldığın Ordu Evi’ni ziyaret et. Oradaki, subay olmana rağmen, sık sık gittiğin Astsubay Orduevi şimdi yok ama olsun, sen yine bir selam ver. Sonra askerlik yaptığın birliğini ziyaret et. O günleri bir daha zihninden geçir. Bu fırsat bir daha eline geçmez. Daha gidilecek çok yer var.



Biz de tavsiyelere uyduk. O, 1427 yılında bir mimarî şaheser olarak 1234 gözlü 1290 metre uzunluğundaki upuzun köprüyü bir daha geçtim. Askerlik yıllarımda bisikletle geçmiştim. Şimdi bakıma alınacakmış. O köprüye yakın bir yerde daha büyük bir köprü yapılmış. Ama eski köprünün ruhu onda yok. Büyük araçlar yeni köprüyü, küçük araçlar ise isterlerse eski köprüyü kullanabiliyorlar.



Sabah olduğunda yol, tam vaktinde yine gelmişti.

- Yeter artık burada nostalji yaptığınız. Seni daha nostalji yapacağın yerlere götüreceğim, dedi.



Yine yollardayız. Bir yere yaklaşıyoruz. Uzaktan bir sanat eseri cami görünüyor. Yaklaştıkça ihtişamı daha iyi anlaşılıyor. Yol bana burasının Şanlı Ecdat zamanında ‘Şehzadeler Şehri’ olduğunu söyledi. Şehzadelerin de şehri mi varmış? Pek anlamadım, ama ‘herhalde bildiği bir doğruyu söylüyordur’ diye, ilave soru sormadım. Şehrin hemen dışında ilginç iki köprüsü olan nehirler var. Burada bir fayton turundan sonra mola veriyoruz. Nehrin kıyısına oturuyor ve hülyalara dalıyorum. Yeşil Nil, Şanlı Tuna, Hayalim Sirderya, Özlemim Amuderya ve Hasretim Vardar gözlerimin önünden bir film gibi geçti… Bir zamanlar ‘yarısı balık yarısı su olan Tuna Nehri’ne epeyce yaklaştım. Hazır gelmişken bir de oraya gideyim diyorum ve yine bir gümrük kapısı…

Yol haydutlarından birisi de burada.

- Yahu etmeyin, tutmayın! Şöyle kısa bir tur ile Tuna’ya gidip geleyim. Kimseye bir şey yapmam. Hatta bir gece bile kalmam, beni bırakın giden ve hemen geri gelirim. Kimse benden zarar görmez. Eskiden oralar hep bizim değil miydi? Dememe rağmen gümrükçüleri ikna edemedim.

Yine celâllendim ve bu defa sözlü ve yüksek sesli olarak:

- Kahrolsunlar!…











Canım çok sıkkın olarak biraz dolaşıp otelime döndüm. Yarın yoldaşım yol, beni nereye götürecek bilemiyorum, ama bilmem de gerekmiyor.



Sabah olduğunda, yol yine hazırdı.

- İki gümrük kapısından kabul edilmedin. Ben sizi yeni açılan birine götüreyim, belki çaktırmadan gidip gelirsin, dedi.

Ben de:

- Herhalde bir bildiği vardır, deyip sevindim.

Dediği yeni kapıda da aynı uygulamayı görünce öfkem iyice ve lanet okumamın şiddeti de arttı. Üç defa kahrolsunlar. Kahrolsunlar. Kahrolsunlar!



Dönüyoruz, yine yollardayız. Bir de bakıyorum ki ‘KIRKLAR DİYARI’na gelmişim. Sevindim. Biliyorum yollar beni hep sevdiğim yerlere götürürler. Gerçi sevmediğim yer yoktur ya…



Burayı 1976 yılı başında ziyaret etmiştim. ‘Akıncılar Müfrezesi Komutanları’ adına yapılmış mermer bir mezar ve üzerinde 40 şehidin isimleri… Anıt mezarın yüksek bir kısımda ise şöyle bir ibare:

KIRK KİMSE Kİ ŞEHİT OLDU BU YERDE,

BU NAM İLE YÂD OLUNDU BU BELDE…

Oh be moralim düzeldi. Şehitleri anmak bile ruha sürur veriyor…



Yolların beni götüreceği yerlerden emin olduğum için ‘dinlenme yerleri’ ancak bir nokta hükmündedir. Kırklar diyarının “altını üstüne” getirdikten sonra otelde kendimden geçmişim. Sabah olunca yolumuz gene hazır, bizi bekliyor ve hiç de bekletmiyor. Gerçi ben de onu hiç bekletmiyorum ya… Bekletmeme konusunda aramızda sanki açıklanmamış gizli bir sözleşme var gibi…



Yollardayız… Bir de bakıyorum ki yine bir gümrük kapısındayım. Bu yollar yok mu bu yollar? Ne yapıp yapıp, beni sınırın ötür tarafına götürecek gibi… Umutlandım. İnşallah teşebbüslerimiz sonuç verir de mutlu oluruz. Yolun yine bir bildiği olduğunu düşünerek, hududu geçme teşebbüsünde bulunduk. Karşı tarafımız duvar… Aynı muamele… Bu duruma bizleri düşürenlere, bize bunlara reva görenlere, haydutlara ve her türlü yol kesicilere ağız dolusu beddualar, lânet okumalar ve yine kahrolsunlar...



Yollara çıkalı ne kadar zaman oldu bilemiyorum, ama geriye dönüşe geçmişiz. Küçük köy ve ilçelerden geçerek dönüyoruz. Türkiye’nin en büyük şehrine girerken araç trafiği sıkışmaya başlıyor. Bunu fırsat bilen ‘benin güzel memleketimin güzel insanları’, bekleme sırasında yol kenarındaki tarlalara dalıp karpuz kavun çalıyorlar ve bunu da gelip geçenlere marifetmiş gibi gösteriyorlar. Acil kullanım için boş tutulması gerekli olan yolun en sağdaki emniyet şeridi, kendilerini uyanık (!) sayan sürücülerce fütursuzca yarış alanına çevriliyor. İhlalleri yapanların kendileri bir kaza yapsalar geberip gidecekler ve ambulans de gelemeyecek, ama bunu düşünen yok. 10 dakikalık bir zaman kazanmayı kâr sayıyorlar. Yol boyunca, benim güzel ülkemin güzel ve eğitimli (!) insanlarımın otoyolu nasıl kirlettiklerine, arkalarına bakmadan izmarit ve su şişelerini nasıl fırlattıklarına, otoban kenarlarında, tehlikeli olmasına rağmen, güle oynaya nasıl piknik yaptıklarına şahit oluyoruz.

Yola soruyorum:

- Ne bunlar böyle?

Cevap veriyor:

- Takma kafana… Ormanlarda çakallar da tilkiler de fareler de, sümüklü böcekler de ve aynı zamanda aslanlar da bulunur. İnşallah bunlar da zaman içinde düzelecekler.



Ah yollar ah… Sizler ne kadar da iyimsersiniz… Her halde yine bir bildiği vardır deyip sustum.



Evime dönmeye 130 km kala öyle rahatsızlandım ki anlatılabilir gibi değil. Çok affedersiniz, kusmalar, ishal, halsizlik vesaire… Tam iki gün yattım, hiçbir şey yemeden ve içmeden.



İki gün sonra, biraz kedime gelince de, kendisiyle karşılaşır karşılaşmaz yola sitem ettim:

- Hani beni, en iyi sizler anlıyordunuz? Beni kıskandınız mı? İki günden beri neredeyse öte dünyaya gidecek gibi oldum. Hani yollarda nasıl davranmam gerektiği hususunda beni uyaracaktınız. Neden yapmadınız?

Yolun verdiği cevabı hiç unutmuyorum.

- Allah, siz insanoğluna dil vermiş, göz vermiş, lisan vermiş, ses vermiş, yazı vermiş… Vermiş de vermiş… Ah kıymetini bir bilseniz! Bize böyle özellikler vermemiş ki… Aslında ben seni uyardım, lisân-ı hâlim ile… Yollar insanlara engel çıkarmazlar. Engel çıkaranlar insanların kendileridir. Hızlı koşan atı b.oku seyrek düşermiş… Artık ‘genç’ sınıfında değilsin, birkaç kademe birden sınıf atlamış durumdasın. Koşma, acele etme, kendini fazla yorma! Doğum tarihinin fiilen olmayan bir tarih olan “30 Şubat” olmasına ve henüz resmen‘doğmamış’ (!) görünmene rağmen, yaşın artık orta yaş grubunu bile geçti. 60’ı geçeli çok oldu, dedim, ama anlamadınız ki, ne yapayım? Bu sana güzel bir tecrübe: Fazla koşmayacaksın. Olur-olmaz olumsuzluklara kafanı takmayacaksın. “Ne yapıp yapıp, yolların geçeceği ‘sınırları sınırlandırmak’ gerek” diyorsun, ama bunu tek başına sen yapamazsın. Lâ Tehzen, üzülme! Üzülme, Allah büyük… Bir gün gelir inşallah o da olur. Sen görmesen de!





Yorumlar









Aktif Ziyaretçi 69
Dün Tekil 1947
Bugün Tekil 1549
Toplam Tekil 4078277
IP 18.119.253.93






TURAN-SAM PRINTED ISSN: 1308-8041
TURAN-SAM ONLINE ISSN: 1309-4033
Journal is indexed by:





























17 Sevval 1445
Nisan 2024
P
S
P
C
Ct
P
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30


Tanr nasip eder, mr m vefa ederse; Musul, Kerk k ve Adalar geri alaca m. Selanik de dahil Bat Trakya'y T rkiye hudutlar i ine kataca m.
(Mustafa Kemal ATAT RK)


Ekle kar









Anasayfa - Amaç - Hedefimiz - Mefkuremiz - Faaliyetler - Yönetim - Yasal Uyarı - İletişim

Her Hakkı Saklıdır © 2007 - 2023 TURAN-SAM : TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sayfa 1.382 saniyede oluşturulmuştur.

TURAN-SAM rssTURAN-SAM rss
Google Sitemap