MAZİYİ 104 YIL ÖNCEDEN OKUMAK - Emrah BEKÇİ - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









MAZİYİ 104 YIL ÖNCEDEN OKUMAK - Emrah BEKÇİ
Tarih: 30.09.2016 > Kaç kez okundu? 1335

Paylaş






Emrah BEKÇİ

Araştırmacı-Yazar



MAZİYİ 104 YIL ÖNCEDEN OKUMAK



(Hicri: 5 Nisan 1328- Miladi: 5 Nisan 1912)



Geçmişimizle ilgili olarak anlatacaklarımız, sadece hatırladıklarımızdır. Anlatmak için ise yaşamak gereklidir. Günümüzde bedeni toprak olmuş, lakin yazdıkları ile bizlere seslenen münevverlerimiz bulunmaktadır. İşte bu münevverlerimizden ve yazılı nakillerinden asırlık mazimizi öğrenmek elbette mümkündür.



Sizlerin okumasına takdim edeceğimiz bu yazımız, bir asır evvelinde Anadolu gezisine çıkan bir münevverimizin 1912 senesinde ‘Türk Yurdu Mecmuasında’ neşredilen gözlemleridir. Münevverimizin adı İzzet Ulvi Bey’dir. Evvela, bu aziz şahsiyeti sizlere tanıtıp, ardından Osmanlı Türkçesinden, günümüz Latin harflerine ilk defa çevrilen yazıyı, Sayın Hasan Çiftçi ve Hüseyin Çavdar Hocalarımızla birlikte şahsi düşüncelerimizi de yazının sonuna ve baş tarafa ilave ederek, çeviri ve tıpkıbasımıyla neşrediyoruz. Ola ki bir vatan evladına, kaynak, fikir, çalışma altyapısı olur düşüncesindeyiz.







İzzet Ulvi Bey (Akyurt)



1880 yılında Eskişehir'de doğdu. Tüccardan Hacıhasanoğlu İsa Efendi'nin oğludur. Özel eğitim görmüştür. 1902 yılında hürriyet hareketlerine katıldığı için, üç yıl hapse ve üç yıl da sürgüne mahkûm edilmiştir. 1908 ihtilâlinde serbest kalan İzzet Ulvi, çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirler yayımlamaya başlamış ve giderek, bu alandaki ünü yaygınlaşmıştır.



Bu arada, Atatürk'ün başlattığı, Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması hareketine fiilen katılmıştır. İzzet Ulvi Bey, Milli Mücadele günlerinde, özellikle Afyonkarahisar cephesinde, sivil olarak büyük yararlar sağlamıştır. Afyonkarahisar'da örgütlenen, direniş hareketinin içerisinde yer almış, o günlerde Mustafa Kemal'in dikkatini çekmiştir. Devlet kademelerinde kaymakamlık, mektupçuluk, Mekke Emaneti, divan kâtipliği, Milli Eğitim Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü gibi görevlerde bulunmuştur.



İkinci dönem TBMM'ne Afyonkarahisar Mebusu olarak girmiş ve tam dört dönem temsil ettiği bu İl'e önemli hizmetlerde bulunmuştur. İzzet Ulvi, gerek Afyonkarahisar'da yayımlanan mahalli gazetelerde, gerekse dönemin en önemli gazetesi olan Hâkimiyeti Milliye (sonradan Ulus) gazetesinde başyazar olarak önemli makalelere imza atmıştır.



Türk Ocakları, Muallimler Birliği Umumi Kâtiplikleri ile Türk Dil Kurumu'nun Yayın Kurulu Başkanlığı da yapan İzzet Ulvi Bey'in "Türk Vezni" adıyla yayımlanan ders kitabı, iki kez basılmıştır. Eski valilerden, emekli Sayıştay Üyesi Gültekin Akyurt, İzzet Ulvi Bey’in oğludur.



Aynı zamanda şair olan İzzet Ulvi Aykurt'un bir şiirini sunuyoruz:



HALKIN SESİ



Türküm ben korkmam ölümden

Dünyaya düzen veren ben,

Denizdim her yere taştım Dağ, dere, ülkeler aştım.



**



Işığı ben aldım Ay'dan

Ok gibi fırladım yaydan,

Her kanda benim izim var

Yeryüzü Büyük Türk'e dar.

**

Türk Güneş, başına buyruk..

Edemez kölelik, kulluk

Taparım Yüce Millete

Can verip Cumhuriyete.

**

Attilâ, Mete, Oğuzlar

Şimdi de kanımda yaşar

Gazidir Ulu Başbuğum

Tük üstün, yükselmek tuğum!







104 YIL ÖNCE ANADOLU



Aşağıda, 5 Nisan 1912 tarihinde yayınlanan “Türk Yurdu” Dergisinin 11.sayısında yer alan “Kayseri’ye Doğru” başlıklı yazı verilmektedir. Derginin özel muhabirlerinden İzzet Ulvi tarafından kaleme alınan bu seyahat yazısında, o yıllarda Osmanlı Devletinin ulaşım ve konaklama yetersizlikleri yanında toplumun sosyal ve ekonomik yapısı anlatılmaktadır. Kayseri ile ilgili fazla bilgi vermemekle birlikte, Eskişehir ve Ankara hakkında verilen bilgilerden İmparatorluğun geneli hakkında belli bir yargıya ulaşmak mümkün olmaktadır.





(Yazar Hasan Çiftçi – Yazar Hüseyin Çavdar)





**



KAYSERİ’YE DOĞRU





İzmit’in mavi körfezini son nazarlarla süzerek trene atlayınca kalbimde bir memnuniyet taşıyordum: Türklüğün daha koyu yerine gitmek sevinci.. Kayseri’ye gelesiye kadar hâsıl olan bütün duygularımı ve üzüntülerimi bir kaç çizgi ile (Yurt) okuyucularına takdim etmek istiyorum.







Dostlar ile vedalaştım. İki senelik ömrümün mavi bir örtüsü olan İzmit’e tekrar tekrar baktım. Tren hareket ederek koşmaya başladı. Sapanca, Lefke, Bilecik, Bozhöyük arasında sık sık köylere, kiremitli ve beyaz badanalı evlere tesadüf ediyor, gözleme layık derin vadiler, azametli dağlar, taşlıklar, kayalıklar görüyorduk. İnönü’nden itibaren artık ova başlamıştı. Köylerde o kadar sık değildi. Soğuğun artması ise bize yükseklere çıktığımızı anlatıyordu.



Eskişehir’de birkaç gün kaldım. Burası denizden 800 metreye yakın bir yükseklikte olup meşhur (Dorilla) harabesi üzerine yapılmış 6000 haneli güzel bir şehirdir. Çeşitli kaplıcaları, lüle taşı madeni, ticaretçe ehemmiyeti, geniş ve verimli ovası, üç şimendifer hattının birleştiği bir nokta olmak hasebiyle muntazam istasyonu, büyük demirhanesi dikkati celp eder.







Selçuk Türklerinin ilk Osmanlılara yurt tahsis ettiği bu kasabanın yukarısında ve bir tepenin eteğinde Gazi Osman Beyin Kayınpederi (Şeyh Edebali) namına bir türbe olduğu gibi, türbenin güney yönü bitişiğinde yer alan bir kabrin Osmanlı Türklerinin ilk bağımsızlık hutbesini okuyana (Dursun Fakih) ait olduğu söyleniyor. Bu tarihi kabrin daha mükemmel bir hale konulmasını büyüklere hürmet duygusunu kalbinde taşıyanların fedakârlıklarından bekleyebiliriz.



Birde şehrin içinde Orta Camii civarında Mehmet Beyin hanesinde etrafı parmaklıklı, üzeri örtülü kitabesiz bir kabir mevcut olup. Bunun Yıldırım Beyazıt’ın şehzadelerinden (İsa Çelebi’nin) olduğu ve hamamda katl edilerek buraya defin edildiği herkesçe kabul edilir.







İlk hutbenin okunduğu (Karacaşehir) Eskişehir’in batı tarafında ve yirmi dakika mesafede, (Porsuk) Nehrinin üstündedir ki, bugün on beş, yirmi haneli bir köyden ibarettir. Tepede bir harabe bir kala bir taş yığını halinde görülmektedir.



Eskişehir’de Selçuk eserlerinden Yalnız Sultan Alâeddin Camii vardır ki mimarlık noktasından bir ehemmiyeti yoktur. Etrafta bulunan birçok köylerin adlarının eski Türk isimleriyle yâd edilmesi de burasının Osmanlı Türklüğünün beşiği olduğunu gösterir: Sevinç,

Gündüzler (Gündüz Bey namına) ,Sarı Sungur, Durgutlar, Gargın, Keskin, Kayı, Alpu, Bozan ve saire.







Şehrin beş senelik olan resmi lisesine iki defa der vakti gitmiştim. Burada ilk Osmanlıların halis torunlarını göremedim. Mükemmelen eğitim gördüklerini birçok zatlar söylediler. Burada birde kız ortaokulu açılmış ise de nedense o kadar talebesi yokmuş.



Kasabanın en önemli bir caddesinde bir Fransız mektebiyle istasyonda birde Alman mektebi mevcuttur. Bunlar lise derecesinde olup birçok Hıristiyan vatandaşlar buralardan yetişerek yabancı kurumlarına yerleşiyor, ticaret âlemine atılarak lisan bilmeleri sayesinde üstünlüklerini gösteriyorlar.







Ermeni cemaati beş yüz hane kadardır. Bu beş yüz hanenin bir çocuk bahçesi ile yenice açılmış yedi senelik bir lisesi ve bu mektebin mükemmel birde bandosu mevcuttur. Erkek ve kız ermeni mektebinin senevî beş yüz lira masrafını, beş yüz hane veriyormuş. Mektebin sınıflarını dolaştım. Talebeyi bilgili, serbest, gelecek için özenle hazırlanmış buldum. Derslerini dinledim. Hatta öğretmenlerin teklifi üzerine istediğim sınıfın en küçük öğrencilerine Türkçe Fransızca parça okuttum. Doğrusu iyi idiler.



Mektepte lisan derslerine çok ehemmiyet verilmiştir. Almanca, Fransızca, İngilizce okunduğu gibi Türkçeye fazla saatler ayrılmış. Öğrencilerin yüksek mekteplere girebilmelerini temin için birçok dersler Türkçeden okutuluyor. Ermenice de aynı şekilde.







Birde mektep ticaret âlemine sağlam ve yetenekli fertler yetiştirmek fikrinde olmalı ki talebeden teşkil eden heyetlerle mesela: Erzurum, İstanbul’da Ermeni mekteplerinde aynı suretle teşkil eden heyetlerle ticaret ve sigorta vesaire muamelesi yapıyormuş. Tabii mal yerine kâğıt gelip gidiyor. Heyetler aralarından mağazaya, şirkete müdür, kasacı, yazıcı seçiyorlar. Günü gününe hesap kaydına mahsus çeşitli defterler tutuluyor. Mektupların kopyası alınıyor. Bu işlem bir oyuncuk olmayıp ciddiyetle yapılmaktadır.



İşte iktisaden mevkileri yüksek olan Ermeni vatandaşlar böyle çalışıyor, meşrutiyetten böyle istifadeler ediyor, ticaret âlemindeki asıl mevkilerini gelecekte gösterecekleri anlaşılıyor.







Eskişehir’de Rum’da vardır, fakat nispeten az olup kız ve erkek mektepleri ortaokul- derecesindedir. Hıristiyan vatandaşlar kazançlı işlerde mevkii sahibidirler. Rumeli ve Kırım Muhaciriyle bir kısım yerli ahalide faaliyet eksik değildir.



İslam kızları için Bosnalı bir zatın iyi bir girişimini haber aldım. Bu adam bir kız sanayi mektebi açmış. Burada kızlar okuyacaklar, halıcılık, çorapcılık, fanilacılık gibi bir şey öğrenmekle beraber icabında günlük, ücret alacaklarmış. Mektebin epeyce kız öğrencisi mevcutmuş. Gitmeğe vakit bulamadığım için her yerde tatbiki faideli olan bu kuruma ait yazık ki fazla bilgi veremeyeceğim.



Yerli malı celbine bakkaliyeye mahsus bir şirketle diğer şirketler Müslümanlar tarafından tesis edilmiş olduğu gibi ufak bir bankada açılacakmış. Şehirde ve sonrada köylerde otomobil işletmek düşünülmüş olduğundan numune olmak üzere mükemmel bir otomobil bir şirket tarafından getirtilmiştir. İşte Eskişehir’in eğitim, ekonomi bakımından yeni hareketleri benim gördüğüme, işittiğime nazaran bunlardan ibarettir.



Ankara’ya gideceğim sabah hava haylice soğuktu. Buharla ısınan tren kompartımanın bir köşesine sıkıştım. Demirlerin üzerinden bir gürültü içinde kayıp gidiyorduk. Vagonun dumanlanan camını sık sık siliyor, dışarıya bakıyordum. Ufak tepelerden, geniş ve daimi beyaz bir örtüye bürünmüş ağaçsız karlı ovadan, siyah birer ada gibi bu dalgasız beyaz denizin birbirine uzak noktalarında görünen küçük köylerden başka bir şey görmedim.



İstasyonlarda epeyce zahire çuvalları vesaire vardı. Kendilerine mahsus giyinişleri ve konuşmaları olan köylülerin her şeyden habersiz gibi boş bakışlarla bizi süzüşü, onların yanık çehreleri, üzgün bakışları, hele bir istasyonda bu yeni hacıların karşılanmaları, onların birbirine sarılmaları bize unutulmayacak bir hatıra bıraktı. Turandan taşıp buralara kadar gelen mert dedelerin çocukları geldiği yerleri, mazideki mevkilerini, her şeyi unutmuş gibiydi. Yeni asrın adetlerine sanki hayretle bakıyor. Ruhundaki kudreti uyutuyordu.







Ankara’yı doğrusu umduğum gibi bulmadım. Çoğu üstü topraklı evlerden ibarettir. Böyle olmakla beraber muntazam binalarda şurada burada göze çarpıyordu. Sokakları birçok yerlerde olduğu gibi dardır. Çarşı içinden geçiyordum. Bir adam dükkânının tahta kepenginin yanında bir yeri sokaktan avuç avuç aldığı çamurla sıvıyor, deliği tıkıyordu. Demek bu çamurlu manzara onu sıkmıyordu.



Şehir 7000 hanedir. Ufak bir dağın etekleri üzerine yapılmış olup tepenin üzerinde bir kalesiyle hükümet konağı civarında Roma İmparatorlarından (Ogüst) tarafından dikilmiş bir sütun ve Ak medrese yanındaki mahalde bu hükümdarın vasiyetnamesi kazılmıştır.



Bütün insanlar kardeştir itikadında bulundukları rivayet edilen Ankara’da bir müddet hükümet eden ahilerden Şerafettin Ahi Hüseyin’in türbeleri yaptırmış oldukları camilerin yakınındadır.



Ankara en makbul tiftik, birçok buğday, nefis armut, elma, bal yetiştiriyormuş. Fazla kalamadığım için Ankara’da ki muhtelif kavim ve cemaatlere mensup ahaliye dair bilgi veremeyeceğim.



Kayseri’ye yolların kıştan kapalı olması sebebiyle Kırşehir tarafından gitmek kabil olmadığını söylediklerinden Eskişehir’e dönerek Konya-Ereğli –Bor –Niğde –İncesu yolunu tercih etmeye mecbur oldum.



Konya ovasının boşluğunu tahminden fazla buldum. Konya’da yalnız bir gece kaldığım için Selçuklulardan kalan nefis binaların kalıntılarını ne yazık ki göremedim. Konya ile Ereğli arası da daha birçok nüfus besleyecek araziye maliktir. “Anadolu boştur. Anadolu sefalet içindedir” sözünü Abdülhamit devrinde Adana’ya gönderildiğim zaman birçok boş alanları görmemle anlıyorum, idrak ediyorum sanıyorum. Hâlbuki seyahat bana yanıldığımı anlattı. Anadolu’nun daha içerilerine gitsem belki kanaatimde değişecektir.



Ereğli’de hamallar, arabacılar eşyaya, bize öyle sarıldılar ki ellerinden kurtulmak kabil olmadı, hatta bizi istemediğimiz bir hana tıktılar. Sonra başka uygun bir yer bulmaya mecbur olduk. İhtiyaç, servet üretimin yolunu bilmemek zavallıları arsız bir kediye çevirmiştir.



Sonra yolculuk araba ile başladı. Yollarda taşdan, topraktan izbe, rutubetli yerlerde yatarak üç günde Kayseri’ye vardık. Bunlara han deniyordu.



Ereğli, Bor sokakları çamur içinde evlerinin üzerleri toprak örtülüdür. Biraz gayretle yapılacak temizlikler, düzgünlüklerde doğrusu yapılmamıştır. Mesela Bor’da çarşı içerisinden bol su akıyor. Suyun iki adım bu tarafı bataklık. Herkes kayıtsız nazarlarla bakıyor. Çamura, göle tesadüf ederse bükülüverip geçiyor. İhtiyaçlar, asırlardan beri yaşanan elemler zavallıların ruhlarında güzel sanatlar ve estetik duygularını yok etmiş. İntizam, güzellik, zevk bunlara galiba birer yabancı… Eğer kasabalarının hali kendilerini rahatsız etseydi elbette bu hal değişirdi.



Ereğli ile Bor arasında uzunluğu, genişliği on üç, on beş saatlik düz bir ova var ki bomboştur diyebilirim. Uzaklarda bayırların eteğinde birkaç karartı görerek bunların köy olduğunu, ancak bu büyük ovanın kenarlarında altı köy bulunduğunu arabacıdan öğrendim.



Müzenin alt katına yerleştirilen İskender lahutinin Ereğli’den çıktığını, bugünkü Ereğli kasabasının etrafının harabelerle dolu olduğunu insan görüyordu. Vaktiyle buraların ne kadar adam beslediğini ne mamurelerle bezenmiş bulunduğunu düşünüyor ve şimdiki hal karşısında müteessir oluyor.



İncesu Kazası merkezi, onlara benzer bir yerdir. Niğde oldukça hoş bir yer. Kayseri’ye gelirken Yavaş Ovası ve denizden 3900 metre yüksekliğinde bulunan ve pek heybetli manzarası olup vaktiyle volkan olduğu anlaşılan Erciyes Dağının eteğinde vakii Develi Karahisarı-Yeşilhisar Ovası da verimli ve geniştir.. Bu dağın çıkılabilen bir noktasında her sene ağustosta büyük bir ateş yakılır imiş. İhtimal ki bu adet volkanın sönmesinden sonrasında bir kere olsun dağları şenletmek için yapılmaktadır. Yahut ateşperestlik zamanından kalmadır.



Geçtiğim yerlerde araziye nispeten nüfus az, toprağı iyi işlenmemiş gördüm. O kadar ki ara sıra kendimi kürenin bilmem hangi noktasında yerleşim olmayan alanlarda zannediyordum.



Köylülerin çoğu yanık çehreli, cılız, bazen saçma sapan şeylerle uğraşan ve pek hileci idi. Zavallılar her isyana, her tecavüze koşmaktan, ihtiyaçlarla pençeleşmekten, bozuk yollarda çamurlara batmaktan, rutubetli ve ziyasız evlerde yaşamaktan bu hallere düşmüşlerdi. Her şey sanat ve zevk duygularının yokluğunu gösteriyordu, fikrimce maddi ihtiyaçları karşılayamamak, rahat yüzü görmemek buna sebep olmuştu. Sefalet bunları hilekâr yapmış, cehalet ciddiyete yükseltmemişti.



Kendi kendime şöyle diyordum: Batılılarla bugün yan yana bulunuyoruz, bizim kerpiç binalarımız Batının demirden taştan binalarıyla nasıl çarpışacak? Bizim bilgisiz, rüyalı başlarımız Batının öngörülü, düşünceli dimağlarıyla nasıl karşılaşacak? Onlar elektrikle, buharla ilerleme yollarında koşarken biz bu çamurlu yollardan daha doğrusu bu yolsuz yerlerden onlara nasıl yetişeceğiz!



Baştan söylemediğim şeyi buraya yazmadan geçemeyeceğim: İzmit’in kartpostallarını bir hatıra olmak üzere almak için kravat, kart gibi şeyler satılan mini bir dükkâna girmiştim. Alış verişten sonra yalvarır gibi sırıtan Hıristiyan vatandaş bana dedi ki: Kayseri’de milletim çoktur, onların işine iyi bak.



Bakımsız Türklüğün düşüncesiyle ruhları yanan, Turanın öz evlatlarına bu acı ibret levhası hediyem olsun!



Kayseri. 4 Mart 1328 -17 Mart 1912-

İzzet Ulvi



**









İzzet Ulvi’nin yukarıdaki yazısından anlaşıldığı gibi 1912’lerin İmparatorluk Anadolu’su her yönüyle perişandır. Hasta Adam son demlerini yaşamaktadır. Kuzey Afrika yeni kaybedilmiş, bu yılın sonlarında patlayan Balkan Savaşları ile kalan Avrupa toprakları elden çıkmış, düşman İstanbul kapılarına dayanmıştır. İtilaf ve İttifak devletleri şeklinde gruplaşan Avrupa, ham madde ve pazar paylaşımının doğal sonucu olan Dünya Savaşına doğru savrulmaktadır.



Emperyalizmin dünyayı etkileyen birinci paylaşım savaşında, Osmanlı Devleti Almanların yanında yer almak zorunda kalmıştır. 1914-1918 yıllarında yaşanan I.Dünya Savaşında Osmanlı Devleti Çanakkale ve Kut-ul Amare’de zaferler kazansa da, savaş sonunda bütün cephelerde yenilerek Anadolu içlerine doğru çekilmiştir. Kılıçla kurulan Osmanlı Devleti altı yüz yıllık ömrünü yine kendisine yakışır bir şekilde, kılıç elinde son perdeyi kapatarak tarih sahnesinden çekilmiştir.



İzzet Ulvi’nin anlattığı gibi, her yönüyle perişan Anadolu, çocuklarını Basra’dan Galiçya’ya kadar geniş bir coğrafyada harcamıştır. Bu dağılma ve tükenmişlik sonunda düşmanların yanında azınlıkların da horan teperek her şeyin bitti denildiği ve Anadolu’da Türk varlığının sonunun geldiği zannedildiği bir anda bir mucize yaşanacaktır: Mustafa Kemal



Mustafa Kemal’le başlayan Milli Mücadele bir destandır. Bütün olumsuzluklara karşın, üç yıl süren bir savaşın sonunda, olanaksız denilen başarılacak ve vatan kurtarılacaktır.



Yunan ve Mısır mitolojisinde, her türlü doğaüstü yeteneğe sahip Phoniks adlı bir kuş vardır; bu kuşu, bizim kültürümüzdeki Anka kuşuna benzetebiliriz. Anka kuşu, beş yüz yıl gibi uzun bir süre yaşadıktan sonra kendini ateşe atarak yok olurken, külleri arasından yeniden doğup sonsuza dek yaşar. Osmanlı Devleti’nin külleri arasından yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin doğması da aynen böyle olmuştur: Türk ulusu, Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı kazanarak kendi destanını yaratmıştır.



Lozan Antlaşmasıyla barış sağlanıp Türkiye Cumhuriyeti kurulmasıyla başlayan kalkınma ve çağa ayak uydurma mücadelesi, cephelerde yapılan savaştan daha çetin ve uzun soluklu bir uğraş gerektiriyordu. Kimseyi ötekileştirmeden, aklı ve bilimi temel alarak, eğitimde birliği sağlayıp yeni hamleler yapmak, her konuda çağa ayak uydurmak temel prensipti. Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelerden biride dinin gerçek yeri olan kişilerin vicdanına bırakılmasıydı. Bu topraklarda İzzet Ulvi’nin yukarda anlattığı duruma düşmemek için tek yol, Atatürk’ün başlattığı aydınlık yoldur. Şunu herkesin iyi bilmesi gerekir ki Mustafa Kemal bir daha gelmez..



Hasan Çiftçi - Hüseyin Çavdar

***



Emrah Bekçi

Araştırmacı / Yazar



Edebin Edibi: Muhsin İlyas Subaşı



İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İbn Haldun, ‘Mukaddime’ isimli eserinde, toplumları devletleri ve insanları özetle böyle tanımlıyor. İşte doğum ile ölüm arasına sıkışan zaman dilimi ‘yaşam’ dediğimiz olgu böyle bir süreç. Yaşam dediğimiz bu süreçte, bizleri biz yapan; kişinin kendini bulmasını sağlayan bazı etkenler ile karşılaşılır. Hani Türkmen Kocası Yunus Emre’nin bütün insanlığa vermiş olduğu ‘sır’ gibi. ‘’Kendin bilmek..’’. Kendini bilmek yaşamın içerisinde derinlere inmek. İndikçe Hakikatin farkına varmak, lezzetine nail olmak, vesselam; kendini bilmek Hakkı bilmek.

Kişinin kendini bilmesi için soru sorması, yaşamı sorgulaması gerekiyor. ‘Kimim?-Neden böyle?-Nasıl oldu?-Ne olacak?’ gibi. İşte bu sorular ve akla gelen diğer sualler, doğum ile ölüm arasındaki yürüyüşün ilmi kalitesini belirliyor. Bazı insanlar doğum ve ölüm arasındaki yürüyüşünde sadece nefes alıp verirken. Bazıları alınan nefesin borç olarak kendisine verildiğinin farkındadır. Kendinden sonra başka nefesler ile terennüm edilecek kelamları, kitaplar vasıtasıyla maveraya mazruf olarak yollarlar. İşte ‘Âlim ve âlimin mahsulü olan ilim budur.

Bu çıkış noktasından hareketle, ülkemizde birçok esere ve düşünceye imza atıp, gelecek asırlarda atinin nefeslerinde terennüm edilecek, bu satırları yazan bendeniz gibi ‘doğum ve ölüm arasına sıkışmış, borç olan nefesin farkında olan’ bir büyüğümüzü sizlere takdim etmek istiyorum.

Mütefekkirimizin Adı: Muhsin İlyas Subaşı

Muhsin İlyas Subaşı, kişiliği ve eserleri hususunda akademik çalışmalar yapılmış, eserleri birkaç lisana çevrilmiş, araştırma ve araştırmalar sonucu fikirleri dünyanın farklı yurtlarında dillendirilen ve kaynak olarak gösterilen bir âlimimiz. İlerleyen yaşına nazaran, araştırma ve edebiyattan kendini sarfınazar etmemiş bir aydınımız. Eserleriyle ve düşünceleriyle atide hakkından çok söz ettirecek bir kişi. Hemen aklıma defalarca okumuş olduğum. Halende ara sıra müracaat ettiğim; T. Ataullah-ı İskenderani’nin ‘El-Hikem-ül Ataiyye’, isimli kitabın, merhum Saffet Yetkin’in 1963 çevirisi, sayfa: 48’deki cümle geliyor: ‘’Allah’ın yanında kendi kaderini bilmek istersen, seni nasıl bir işte bulundurduğuna dikkat et!’’



Muhsin İlyas Subaşı, kaderini olasılığa bırakmayan bir âlimdir. Her mütefekkir çok iyi bilir ki, ilim tesadüf değil, tevafuk ve tefekkür harcı karılan bir binadır. Bu yapının güçlü ve sağlam temellerin üzerine kurulması, en başta bahisle yazdığım gibi ‘’Kişinin kendini bilmesiyle’’ alakalıdır.

Yazımın ana konusuna gelecek olur isek. Bu yazımda öz ve kısa sualler ile Muhsin İlyas Subaşı’nın kendisine sorular yöneltip, cevaplar alıp, ,em tefekkür, hem de edebiyat dünyasında faaliyet gösteren-gösterecek olan gönül vermişlere, âlim bir kişilikten kılavuzluk etmesine vesile olmuş olacağım. Sayın hocamız Muhsin İlyas Subaşı’na sırasıyla suallerimizi yöneltmeye ve cevaplarını almaya başlayalım.

Efendim! Kısa olarak bu vakte kadar geçen zaman dilimine kadar, memleketiniz, eğitim ve öğretiminiz hakkında bilgi alabilir miyim?

Sevgili Bekçi, önce memleket meselesinden başlayalım. Çok sorulur ve söylenir: ‘Nerelisin, nerede doğdun”, diye. Uzatmadan cevap vereyim: Doğum yerim ise Sivas (Şarkışla) dır, ama Kayserliyim. Daha ötesi de var: Kendimi ülkeme ait hissediyorum! Bu duygu, neyi ifade eder? Ülkemi sevmeyi, taşına, toprağına âşık olmayı, uğruna gerektiğinde can vermeyi!..

Aydın, ülkenin değerlerini tüketen değil, ona değer katan insandır. Böyle bir faziletin kapısında ırgat olarak böyle bir idealin içine gömüldüm ömrüm boyunca. Bunu bana eğitim ve öğretimim mi sağladı? Hayır! Eğitimim boyunca, hep boyumdan büyük işlere talip olduğum için dışlandım, cezalandırıldım, linç edilmek istendim, hak gaspına uğradım.



Düşünebiliyor musunuz; lise sıralarında öğrenci olarak oturuyorsunuz, ama bir gazetenin yayın yönetmenliğini üstleniyorsunuz, bu marifetinizle yetinmiyorsunuz, tiyatro eseri yazıyor ve sahneye koyuyorsunuz. Türkiye’nin birçok ilinde amatör topluluklar tarafından sahneleniyor, hakkınızda yazılar yazılıyor. Okutan, not veren öğretmen olmak ayrı şey, öğrenciyi hayata hazırlayacak, yeni yeni ruh kalıplarına, duygu atmosferine taşıyacak adam olmak ayrı şeydir.

Benim hocalarımın önemli bir kısmı bu ikinci vasfın profilini sergileyemediler. Sonra ikisinden de adeta linç edilerek hüsrana uğratılıyorsunuz. Lise öğreniminin son gününde, bir ödevde, aykırı görüş beyan ettiğiniz gerekçesiyle hem okuldan atılma, hem de hapse girme tehdidiyle yüz yüze geliyor ve birkaç günde birkaç yıl yaşlanıyorsunuz. Yükseköğrenimdesiniz, Kıbrıs Buhranı sırasında; 1970’lı yılların o karanlık döneminde EOKA denilen bir cinayet şebekesinin Türkleri katlettiği yıllarda, milletin sokaklarda nümayişler yaptığı çalkantılı bir ortamda, bir yabancı Hocanız, Türkiye’de Yunancayı öğrenmekte olduğunu söylüyor, şaşkınlığınızı ifade ediyor ve tepki veriyorsunuz, adam gözünüzün içine baka baka ‘Türkçe pis bir lisandır’, diyor.

Siz milli bir duruş ve onurla itiraz ediyorsunuz, hoca sizi sınıfta bırakıyor, hakkınızı arıyorsunuz, hukuki yollara başvuruyorsunuz, yöneticileriniz bu yabancı insanı tutuyor, sizi cezalandırıyor ve bir yılınızı elinizden alıyorlar. Hani Necip Fazıl, şiirlerini topladığı kitabına ‘Çile’ demiş ya, gerçekten öyle! Çile olmazsa, verim olmuyor. Biz bu çakıl taşlarıyla doldurulmuş yollarda sürünerek bugünlere gelebildik.

Bilirsiniz, derviş dergâha gelince, eğer orada bir ruh disiplini görecekse, önce hizmet eder, sonra uzlete talip olur, arkasından riyazî bir hayata adar kendisini. Nefsinin hükümranlığındın kurtulmak için dervişe lazım olan bu meratibi (kademe, derece) silsile, yazan düşünen adam için de gereklidir. Mevlana ne güzel der değil mi: “Hamdım, piştim yandım”, diye. Biz, ailelerimiz tarafından okul sıralarına ham bir hamur olarak gönderildik. Bazı hocalarımız bizi pişirmeden, olgunlaştırmak bir kenara, acımadan cayır cayır yaktılar.





Hocam, siz bunun için mi, bu yaşınıza rağmen, şehir dışında münzevi bir hayat yaşıyorsunuz?

Yükümlülüğünün idrakindeysen öyle olacaksın. Çünkü şehir öğütücüdür, insanı tüketir. Şehrin karmaşası, kiri, seni sana bırakmaz. Sokağa adımını attığın an, hayatın ve dünyan çoğu kere elinden alınıyor. Bu defa, şehrin telaşı sizi biçimlendiriyor. Tefekkür etme alanların daralıyor, hatta o karmaşanın seline kapılmışsan, onu tümüyle kaybediyorsun. Ha, burada şunu da söyleyelim, şehir bütünüyle günah keçisi değildir. Şehrin artılarını ve eksilerini dikkate alarak ve onu dengeleyerek yaşarsan, şehir bizim sosyal bütünlüğümüzün mahşeridir. Ne var ki, cazibesi duyguları kamçıladığı için birçok insanı kendi kimliğinden, hatta kişiliğinden uzaklaştırabilmektedir. Buna dikkat etmek lazım.



İzniniz olursa, yeri gelmişken, “Kurtarın Bu Şehirleri” şiirinizi dinleyelim sizden. Sanırım bu şiir sizdeki bu şehir fobisini yansıtıyor, ne dersiniz?

Galiba biraz öyle, okuyalım efendim bu şiiri:



KURTARIN BU ŞEHİRLERİ

Her gece gözyaşlarıyla yıkanır bu sokaklar,

Her sabah gökyüzünde güvercin ölüleri!

Umutları aldatanlar alkol tükürüp geçerler,

Mağazalar utanır vitrine bakanlardan,

Mahşerin telaşı taşadursun ufuklara,

Ben yalnızım şehirlerde bu zaman,

Aman, kurtarın bu şehirleri, kurtarın aman!...

**

Bir vakitler leylekler kanatlarıyla bahar getirirdi,

Yazlarımızı götürürdü soğuyan yuvaya bırakıp yüreğini,

Şimdi ne leylek var çatılarda, ne bahar.

Çingene çocukları, iş için gelen taşralı gençler,

Sokakların rengini boyarlar kaderlerine.

Hafızasını kaybetmiş modernleşme burada,

İnsanlar kirle kendini boğuyor durmadan,

Aman, kurtarın bu şehirleri, kurtarın aman!

**

Korkunun patronudur mafya kabadayıları,

Kadınlar modayla açarlar mahrem yerlerini,

Çalınan müzik ne beni söyler, ne bana söyler,

Rüyalarıma saplanır vitrinlerin ışıklarıyla.

Meydanlar çaresizlik kokar, nefret kokar,

Belki de gözyaşlarıyla yıkamak için bu şehirleri,

Bir şehit anasıdır mezarlıkta ağlayan;

Aman, kurtarın bu şehirleri, kurtarın aman!..



Efendim, buradan tekrar ilk soruma dönmek istiyorum: İnsanlar, bazı hizmetler için galiba görevlendiriliyorlar. Çektikleri de bu görevdeki verimini sağlamak için yaşamaları gereken sürecin ana malzemesi oluyor herhalde, ne dersiniz buna?

Gerçekten öyle. Demir serttir, onu istediğiniz şekle getirebilmeniz için ateşte pişirip hamurlaştırmanız gerekiyor. İnsanlar da öyledir! Yüce Yaratımız insanlara hizmet ve hikmet kapılarını açıyor. İşin farkına varanlar bundan faydalanırlar. Bakın mesela, ortaokulu bitirdim, ağabeylerim liseyi ve yükseğini okutmayı düşünmediklerini söylediler, ama okumakta ısrar ettim. Rahmetli annem sığınağımdı, o benim idealimin gücü oldu, okudum. Benim okutmamı istemeyen ağabeylerim ve onlara ses çıkarmayan babama, başlarında Kur’an okumam nasip olmadı, ama annemin vefatında, sanki bir el beni hiç beklenmedik bir şekilde aldı, onun başucuna götürdü ve ben başında Kur’an okurken gülerek ruhunu teslim etti. Yukarıda anlattığım ıstıraplı günlerin ve bu yaşadıklarım benim dünyevileşme hırsımı tamamıyla budadı. Beni okullarım değil, yaşadıklarım eğitip şekillendirdi gibi geliyor bana.





Sayın Hocam. Sizleri yazı hayatına iten etkenler nelerdir? Basılı eserlerinizden bahis eder misiniz? Ayrıca hazırlamakta olduğunuz çalışmalarınız var mı?

Emrahcığım, iç içe geçmiş ve detaylı cevap isteyen bir soru yumağı, ama cevaplamaya çalışayım. Beni yazı hayatına dâhil eden, çocukluğumda gazete ve kitap okumam oldu. Bizim köyümüzde ilkokul benim okul çağımda yapıldı. Hatta ustalığını da babam yaptı, ben kerpiç taşıdım. Okul bitip açılınca sınıflara girdik. Gelen öğretmenler idealistti. Adamlar bavullar dolusu kitaplarla geldiler, kitapları bizlere dağıttılar. Kimisi, küçük hikâye kitaplarıydı, kimisi masal, kimisi şiirdi. Ben bunların hemen tamamına yakınını bendekini okuduğumu bir başka arkadaşımla takas ederek okudum. Bu kitaplar benim ufkumu tayin etti, hem okumayı sevdim, hem kitabı sevdim, hem de kitap yazma idealinin tohumu duygularımda filizlenmeye başladı.

Arkasından gazete merakı geldi. Sıkça söylediğim bir şeydir, burada da tekrar edeyim: Köyümüz ilçenin bitişiğindedir, hemen her gün insanlar alış-veriş için ilçeye giderler, yola çıkar kimi görürsem elimdeki parayı verir ve ‘ bana bir gazete getir’ derdim. Bu para gazeteye yeter mi, yetmez mi, fazla mı gelir, hesabı yoktu, ama çoğunlukla gazete gelirdi. O da ayrı bir ufuk penceresi açtı benim duygularımda.

Kayseri’ye okumaya gelince, burada ilk işim gazeteleri tanımak oldu, hemen her boş vaktimde mutlaka kitapçılara giderdim. Allah Rahmet eylesin, Hasan Özkavukçu, vardı, onunla çocukluk dönemimde başlayan yakınlığım ölümüne kadar devam etti, şimdi de baba mesleğini sürdüren oğullarıyla aynı ilişkilerimi korurum. Oradan çok kitap aldım, param olmadığı zaman da alır, sonra bedelini öderdim. Bugün benim 10 binin üzerinde kitabım varsa, işte o ilk merak duygusundan kaynaklandı bu. Mesele şu; merakınız tutkuya dönüşürse, o, zamanla ideal haline geliyor ve sizi bir yerlere taşıyabiliyor. Benim yazmaya yönelişimin besleyici damarları bunlar oldu ve böylece hem şiirle, hem de nesirle yazı hayatına başladım. Benim ilk şiirlerim önemli dergilerde çıktı. İlk yazılarım da öyle. İmam Hatip Okulunun lise kısmında öğrenciyim, okulun duvar gazetesini şehirdeki panolarda çıkarıyorum, ayrıca bir yerel gazeteyi üstelik günlük olarak yayınlıyorum ve her gün sayfalarca yazı yazıyorum. Bunlar beni okul derslerinden, hayat derslerine taşıdı. Üstelik öğrenci iken piyes yazdım. Bana bu cesareti, yürüttüğüm bu hizmetler verdi. Arkasından 1969’da ilk şiir kitabı ve yıllar ilerledikçe devamı geldi.

Bugün kaç kitaba ulaştınız?

35’e yakın eserim oldu. Bunlar içerisinde önemli etkinlikleri bulunanlar var. Mesela bir romanım sekiz baskı yaptı, iki şiir kitabım iki baskı yaptı. Üstelik birisinin (Sevdakar) satış miktarı 10 bine yakındır ve bunu Milli Eğitim Bakanlığı yayınladı.

Türkiye’de şiir kitabı 10 bin adet satar mıymış?

Bizim eserimiz oldu çok şükür. Bu kesinlikle bir abartı değildir, Bu kitabın Bakanlık yayınları arasında çıkmasını ben talep etmedim. Talep Bakanlıktan geldi. Dosyayı gönderdim, kabul gördü. Bakanlık yayınlayacağı kitabı önce yayın kurulundan geçirir, sonra bu kurulda belirlenen miktara göre de basımı yapılır. Benim bu kitabım için 20 bin adet basılmasına karar alındı iki baskı yapıldı, sonra Bakanlık kitap yayınını kaldırdığı için devamı gelmedi. Eğer devam etseydi bu kitap 20 bini bulacaktı, belki bir ikinci bir 20 bin daha talep edilecekti.

Bunun siz de herhangi bir hatırası oldu mu?

Olmaz mı? Kızım Kars’a öğretmen olarak tayin edildi, oraya gittim. Oradaki Milli Eğitim Kitapevinin vitrininde Sevdakar’ı gördüm, kitabın mevcudu kalmamıştı, hemen içeri girip kitapları almak istediğimi belirttim. Kitapevi sorumlusu hepsini veremeyeceğini söyledi, sebebini sorduğum da, işte bir şairin ödülü olan şey bu, “Efendim, bu kitabı gençler çok sevdiler, gelip alıyorlar, size verirsem onlara ne diyeceğim?” Kendimi tanıttım, beni heyecanla kucakladı, oturttu, çay ikram etti, yemek yedirmek istedi, kitapların hepsini paket yapmaya kalktı, bu defa da ben razı olmadım bir miktarını aldım ve ayrıldım.



Peki, Hocam, bu arada Türk şiirinin geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz? Siz öncelikle şairsiniz. 9 şiir kitabınız var. Şiirimiz bugün nerededir, yarını nasıl olacaktır?

Her zaman iyisini beklediğimiz için bugün şiirimizin mükemmel bir yerde olduğunu söylemek çok güç. Yahya Kemal gitti, onun sesini devam ettiren bir isim olmadı ve gelecekte de pek görüneceğe benzemiyor. Necip Fazıl da aramızdan ayrıldı, onun tarzına yönelen de çıkmadı. Abdürrahim Karakoç’u da uğurladık. Onun ses ve söz mirasına talip olan var mı? Yok! Edebiyat tarihimiz boyunca şiir ortamının kaybolduğu, şairim diye ortaya çıkanların ise, manzumeden ya da söz bilmecesinden öteye geçemedikleri bir dönemin sancılarını yaşıyoruz. Şiiri ruhaniyetinden uzaklaştırdık İster’çağdaş’ deyiverin, ister ‘modern’ deyiverin, ‘yeni tarz’ deyiverin adına ne derseniz deyin, bugün bizde yazılan günümüz şiirinin çoğunun altına Batı’dan Hans’ın, Ya da Co’nun imzasını koysanız kimse bunu fark etmez. Çünkü şairin kendine has bir üslubu, söyleyiş tarzı vardı, onu kaybettik. Burada şu endişe de olmasın, bu kaynak kuruyacak mı? Hayır, kuşkusuz zamanla yeni sesler görülebilir, ama şu anda şiirin yaşadığı kaosu aşmış değiliz.

Anlattığınız bu yapı içinde siz de varsınız ama?

Elbette ben de varım, ancak görünen resmin içerisinde birkaç ayrıntılı güzellik bütünün rengini değiştirmiyor. Değilse, güzel şiirler yazan insan yok değil. Ancak, bir siteye baktım; 55 bin şair, 986 bin şiirden söz ediliyor. Bu, ilerideki yıllarda çok daha yüksek rakamlara çıkacak. Böyle bir karmaşa içerisinde yetkin şair nerede durur bilemiyorum?

Edebiyat sizce nedir? Geçmiş ile günümüzü mukayese eder misiniz?

Edebiyat, Arapça ‘Edep’ kelimesinden türetilmiştir. Bunun anlamı, önce ‘terbiye, nezaket’, sonra güzellik, zarafet’ demektir. Edebiyat bu kelimeden türetilmiş bir çoğul ifadesidir. Ancak bizde, güzel yazı yazma sanatı olarak algılanmaktadır. Doğrusu da budur.

Bizim edebiyatımızın tarihi çok eskidir. Bir defa Göktürk Kitabelerindeki metinler siyasi öğütlere dayansa da, büyük bir edebiyat metinleridir. Biz o yıllarda, böyle bir dil kullanırken, Batılılar ancak domuz çobanlığı yapmaktaydılar. Bugün onların öne geçmiş gibi bir propaganda güçleri olsa da, bizim edebiyatımızın mahiyet değiştirerek olsa da on asrı aşan nitelikli bir dönemi vardır. Bunu, mukayese alanına çekmek birini diğerinin önüne geçirmek gibi bir şey olacak ki, bu doğru değildir. Aslında bugünkü edebiyatımızı geçmişimizin tecrübe ve birikimi üzerine oturtabilirsek, daha güçlü bir sesle varlığımızı devam ettirebiliriz.

Bugün edebiyat düşünce üretme panayırına dönüştü. Düşünceyi nitelikli bir şekilde, karşındakini etkileyecek, başkalarında yeni yürek kanamalarına sebep olacak şekilde üretirseniz bu panayırda yeriniz olur.

Edebiyatçının kişiliği nasıl olmalı? Her karalayan, yazıp çizen edebiyatçı mıdır? Edebiyatın olmaz ise olmazı nelerdir?

Edebiyatçının kişiliği ‘edep’ çerçevesi içerisinde olmalıdır. Nezaket içerisinde hareket eden edebiyatçı hem etkili olur, hem de saygı görür. Bizde bir dönem, ‘Sosyal Gerçekçilik’ adına rezil bir edebiyat örneği sergileyenler, bugün unutulup gittiler. Kalıcı olan gerçekten kelimenin ifade ettiği edebin içinde olanlardır. Bakın’ Türk Edebiyatı’ yerine ‘Türk Yazını’ diyenler de erozyona uğrayarak silinip kayboldular. Eseriyle kişiliğini bütünleştiremeyen hiçbir insan belki eseriyle bir sesin sahibi olabilir, ama kendi kişilik gücünü koruyamaz. Bu bakımdan sizin tabirinizle ‘her yazıp çizen’ edebiyatçı olamıyor. Edebiyatın olmazsa olması, toplumun hassasiyetlerini dikkate alan, onun ortak duyarlık alanlarındaki beklentilerine ilgi çekici şekilde cevap verme idrakinde olmaktır.

Sizleri edebiyatta şekillendiren, yolunuzu aydınlatan ve eserler vermenize vesile olan, okuduğunuz ve hakkında çok düşündüğünüz, kimler var?

Bizim edebiyatta yolumuzu aydınlatan doğrudan ismini vereceğim insanlar çok azdır. Mehmet Akif’in hassasiyeti, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hususiyeti, Nihat Sami Banarlı’nın samimiyeti, Yahya Kemal’in dikkati, Samiha Ayverdi’nin nezaketi, Necip Fazıl’ın öfkesi bizim ufkumuzda zaman zaman net, işaretler verdiler. Ancak hiçbirisinin çizgisini sürdürme gibi bir girişimim olmadı. Kendi çizgimi netleştirmeye çalıştım, onu korudum ve sürdürdüm. İnanıyorum ki, kendi sesiniz olamazsanız, sahibinizin sesi durumunda kalırsınız. Böyle bir tuzağa düşmedim.

Peki, bu yönde anlaşıldığınıza inanıyor musunuz?

Çevresi kuşatılmış birçok insan gibi ben de; ‘anlaşılamamak, bilinmemekten daha felaket bir şeydir’, diyorum. Adam sizin farkınızda, ama bu farkındalığınızı söylemek istemiyor.

Sorunuzun son şıkkında, ‘okuduğunuz’ diyorsunuz, bugün evimde on binin üzerinde kitap var, bunlar okunmak için alındı ve çoğu elden geçirildi. Burada kimi söyleyeyim, yalnız şu kadarını demek isterim ki, ayırım yapmadan, sağ-sol, Müslüman ile laik herkese dikkatle yöneldim.

Hocam, siz eğitimcisiniz, bu alandaki sarsıntıları biliyorsunuz? Ülkemizdeki eğitim sistemini planlayan müfredatı yeterli buluyor musunuz?

Dikkat ettiniz mi? Türkiye’de üzerinde en çok oynan sistem eğitimdir. Yıllardır, bir şekle sokamadık bunu. Hemen her yıl eğitime bir yerlerinden birileri bir şeyler eklerler, ya da ondan bir şeyleri geri alırlar. Bunu derslerde yaparlar, ders kitaplarında yaparlar, müfredatta yaparlar. Bunu tartışmaya açmayı gerekli görmüyorum. Bunca masrafa, bunca emeğe, bunca zamana rağmen, insan yetiştirmedeki bu yetersizliğimizin, yetişen insanımızın kalitesiyle sonucu ortada!..

Bize tarih okutanlar, sadece bizim değil, bütün insanlığın tarihinde insanı eğitmenin ihmal edildiği zaman milletlerin nasıl un ufak edildiğini göstermezler. Ama bunun gösterilmemesi, bizim böyle bir eksikliği duymamıza engel olur mu, elbette ki değil. Gelişen devlet kafa gücünü geliştiren devlettir. Bakınız, “Nizamiye Medreseleri” diye bir eğitim zincirini, aynı zamanda bir medeniyet meşalesini oluşturan Nizam’ül Mülk, kendisini görevden almak isteyen Sultan Melikşah’a nasıl bir hatırlatma yapıyor:“Senin iktidarını ayakta tutan tahtın dayandığı iki güç vardır. Birisi senin mührün, öbürü ise benim okkamdır. Bu okkayı yerinden alırsan, tek dayanakla tahtın ayakta durmaz!” Sultan Melikşah, Baş vezirini haklı bulur ve görevine iade eder.

Bu, kendine güvenin insan şahsiyetine oturmuş halinin ifadesidir. Bu neyle olur? Bu, eğitimle olur. Bilmeyen konuşamaz. Bilmeyen ortaya bir şeyle koyamaz. Bilmeyen sürüleşir, bilmeyen tepki duygusuna sahip olamaz. Hapishanelere bakın, suç işleyenlerin büyük çoğunluğu eğitim düzeyi düşük olanlardan oluşur. Biz, en ucuz meta olarak zamanı gördük, yine biz en ucuz meta olarak insanı gördük. Reel olanın açtığı problemleri çözebilmek için ideal bir sistemi bugüne oluşturamadıksa, bu devletin dikkatsizliği kadar, halkımızın da keyfiliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu ders yılında 18 milyon 43 bin öğrenci ders başı yapıyor. 900 yüz bine yakın öğretmenimiz bunları eğitecek. Bu rakamlar birçok Avrupa ülkesinin genel nüfusundan fazladır. Bu, Batı için korkulu rüyadır ve bize saldırganlıklarının altında da bu potansiyelimiz vardır. Devlet, bütçesinin büyük bir kısmını bu insanı yetiştirme hizmetine veriyor. Bu kadar pahalı ve yoğun iş içinden niye kaliteli insanı arzu ettiğimiz seviyede yetiştiremiyoruz? Oturup bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Bir ülkeyi, kontrolünüzde tutmak istiyorsanız, eğitimini yozlaştırın her şey denetiminize kendiliğinden girer. Modern Türkiye, bugün bu talihsizliği yaşamaktadır.

Milli Eğitim sistemimizde eksik gördüğünüz, ‘bunların olması şart’ dediğiniz, hususiyetler var mı?

Bakın size bir olay anlatayım. Amerika Birleşik Devletlerinde Askeri Ateşe olarak bulunmuş bir emekli subay bana çok düşündürücü bir olay anlattı.: “Görevim sırasın da devletimizin talebi üzerine, Amerikan Askeri sistemini incelemek istedim. Ana randevu verdiler, gittim, bana uzunca birçok şeyi anlattıktan sonra söyledikleri şu oldu: ‘Biz, Osmanlı’nın askeri eğitim sistemini aldık, onu geliştirdik ve uyguluyoruz”. Şaşkın bir şekilde dışarı çıktım ve bunu devlete rapor ettim.” Biz, ise ne yaptık? Osmanlı’yı bütünüyle tarihin karanlığına gömmeye çalıştık. Onun eğitim sistemi son dönemlerde bozulmuş olabilir, ama bu ülkeyi 724 milyon Km² toprağa ulaştıran irade vi gücün bunu başarırken kullandığı eğitim tarzı neydi? Ona bakamadık. Eksik gördüklerimiz yok saymak yerine ıslah etme yoluna gitmeliydik. Türkiye’nin bugün en ciddi problemi bu hafızaya sahip olamamasıdır.

Ülkemizin bir âlimi olarak Ati’yi nasıl hayal ediyorsunuz?

Şunu unutmamalıyız, çok sağlıklı bir kültür geleneğimiz var, günümüzde belki biraz ondan uzaklaştık, ama bu sıkıntıların aşılacağını umuyorum. Sosyal hayatımızda günümüzün getirdiği çürümüşlük belki bazı kaygılarımızı öne çıkaracaktır, ancak geleceğimizden ümitsiz değilim. Türkiye güçleniyor ve büyüyor. Eğer içimizdeki ihanet odaklarını kurutabilirsek, kısa zamanda çok daha ilerilerde oluruz. Bu ülke çok büyük badireler atlattı. Tarihe bakınız, Alpaslan, bu toprakları yurda dönüştürdü. İçteki ihanet odakları tarafından hançerlenerek öldürüldü. Selçuklunun en güçlü Sultanını içten düşmanları zehirledi. Alâeddin Keykubad, döneminin Kanuni’si idi. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed de içten tuzağa düşürüldü, kendi doktoru tarafından zehirlettirilip öldürüldü.

Bugün Mustafa Kemal’in de aynı akıbete uğratıldığını yazan kitaplar var. Aynı şeyler Merhum Turgut Özal için de söylenmektedir. Bunlar, nasıl bir kuşatma altında olduğumuzun açık örnekleridir. Biz kendimize sahip çıkmazsak, başkaları bize sahip çıkmaz. Edebiyatçı bu dikkat noktalarından hareket ederek üretir ve insanımıza sağlıklı bir ışık sunabilirse, gelecekte Türkiye daha güçlü olacaktır.

Ülkemizde edebiyat, tarih, düşünce olarak az çalışılmış, kişi, eser olarak, bu sahanın doldurulması ve eserler verilmesi gerekiyor dediğiniz, hangi kişiler ve eserler var?

Bakın, dikkate değer bir örnektir. Benim romancılıkta bir yerim olmasına rağmen, işin magazin tarafına itibar etmediğim, televizyon ekranlarında eserlerimi pazarlamadığım için doğal olarak benden beklentisi olan okuyucu pek fazla değildir. Buna rağmen, eğer imza, eser ve isim bir dikkat noktası oluşturursa, o okuyucusunu bulabiliyor. Benim “Aşk Prensesleri de Öldürür” isimli romanım buna bir örnektir. Bu kitap ilk baskısında 5.000 adet basılı ve ilk yılında tamamı satıldı. Sattıran neydi, yazanın güvenirliliği, eserin işlenmemi bir konuyu ele almasıydı ve isminin albenili olmasıydı.

Peki, yeni çalışmalarınız nelerdir, öğrenebilir miyiz?

Var elbette, ancak, yayın piyasası, eserlerin niteliği üzerine değil, günümüz savruk okuyucu-sunun beklentisine göre oluşuyor. Eğer eserinizi, bedelini ödeyip televizyon ekranlarında pazarlayabiliyorsanız, kitap yayınlanabiliyor. Değilse, yayıncılar oldukça nazlı davranıyorlar. Bakın başımdan geçen bir olaydır bu: Romanım yayınlanacak, yayıncılar bana, “Hocam telif vermeyelim, size vereceğimiz telif bedeli kadar da biz üzerine koyalım, bu kitabı, dizilerin birinde, oyuncuların berinin elinde 3-5 saniye gösterelim, satışta patlama yapar’, dediler. Kabul etmedim. Çünkü patlayacaksa, yayıncı için olacak bu, benim emeğimin bedelinin üzerine böyle bir şey niye yapılsın ki? Bu bakımdan önceki dönemlerde yayınlayacağım eserlerimin ismini söylüyordum, bu bir taahhüt oluyor çıkmayınca da, iş propaganda olarak algılanıp kalıyor. Şimdi bir yayıneviyle görüşmelerimiz var, sonuç alabilirsek, birkaç kitabımın daha çıkacağını sanıyorum.

Ülkemizin bir aydını olarak, buradan gelecek kuşaklarımıza nasihat ve öğüt olarak kalsın dediğiniz tavsiyeleriniz nelerdir?

Nasihat, öğüt ne haddimize, ancak tavsiyelerimiz, olabilir belki. Onu da şöyle arz edeyim: Benim ısrarla söylediğim düşüncem; genç yazarlar için erken kifayet duygusu diye bir tuzak vardır. Buna kapılmasınlar. Çok okusunlar, özellikle geçmişimizi iyi tanısınlar. Geçmişini bilemeyen geleceğini inşa edemez. Bizim temelimiz geçmişteki birikimimizdir. Batı, domuz çobanlığı yaparken bizim atalarımız muhteşem medeniyet eserleri meydana getirmişler. Semerkant’ı, Buhara’yı, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı inşa ve ihya eden ruhu bilmeden, geleceği kuşanmak mümkün değildir.

Denendi ve görüldü; Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bir kadro, ‘Anayasamıza dinimiz Hıristiyanlıktır, yazalım’ diyecek kadar ülkesinin ve insanının değerlerinden uzaktaydı. Onlar Cumhuriyet kültürünü bu zihniyet üzerine inşa etmek için bunu bir devlet projesi olarak uyguladılar. Ancak hüsrana uğradılar, ama bugün hala mücadelesini verdiğimiz var olma savaşımızın altında bu talihsiz zihniyet yatmaktadır.

Yeni nesil, bizim için bize göre düşünüp yazmalıdır. İslam’ı ve onun mayasıyla oluşturulan Türk Kültürü’nü özümsemeden eser vermek, havanda su dövmek olur. Kitap yazmış olmak için yazılmaz, içerisinde farklı bir kültür usaresi yoksa rafa çıkmadan kelepir listesine düşen eser haline gelir. Eserin iyi olursa, eskilerin tabiriyle, ‘alıcısı Bağdat’tan gelir’!

Bakın, enaniyet kabul etmezseniz, kendimden bir misal vereyim: Bundan on yıl kadar önce, Merhum Mehmet Akif üzerine bir çalışma yaptım. Bu kitabı basılmadan okuyan, dostum rahmetli Mustafa Miyasoğlu, “Son yıllarda Akif üzerine çalışılan çok önemli iki eserden birisi olmuş, bunu ben bastırtayım”, dedi ve dosyayı alıp İstanbul’a gitti. Bu arada, Pakistan’a gönderildi. Dosya, yayın şansı bulamadı. İkinci eser de Prof. Dr. Orhan Okay Beyinkiydi, o yayınlandı. Benimkini de, burada “Gül Devrini Arayan Adam” adıyla kendim bastırdım. Kitap henüz vitrine çıkmadan, OSB Başkanı Tahir Nursaçan, kendisine imzaladığım kitabı okuyunca, ‘Bu kitabı herkesin okuması lazım’ dedi ve OSB Yayını olarak, çok da lüks bir düzenleme ile 6 bin adet bastırdı, özellikle sanayici kesimine dağıttı. Bugün biz eserlerimizde yeni bir kültür birikimini aktaramıyorsak başkalarının sıradan okuyucusu olmanın ötesine geçemeyiz! Ancak, yürümeden uçmaya kalkmamak lazım…

Hocam, vaktinizi ayırdınız, suallerime içtenlikle cevap verdiniz, çok teşekkür ederiz.

Sevgili Emrah Bekçi, uzun bir sohbeti oldu, teveccühünüz ve sabrınız için teşekkür ediyorum.





Yorumlar









Aktif Ziyaretçi 59
Dün Tekil 1947
Bugün Tekil 2043
Toplam Tekil 4078771
IP 18.191.228.88






TURAN-SAM PRINTED ISSN: 1308-8041
TURAN-SAM ONLINE ISSN: 1309-4033
Journal is indexed by:





























17 Sevval 1445
Nisan 2024
P
S
P
C
Ct
P
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30


Tanr nasip eder, mr m vefa ederse; Musul, Kerk k ve Adalar geri alaca m. Selanik de dahil Bat Trakya'y T rkiye hudutlar i ine kataca m.
(Mustafa Kemal ATAT RK)


Ekle kar









Anasayfa - Amaç - Hedefimiz - Mefkuremiz - Faaliyetler - Yönetim - Yasal Uyarı - İletişim

Her Hakkı Saklıdır © 2007 - 2023 TURAN-SAM : TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sayfa 1.502 saniyede oluşturulmuştur.

TURAN-SAM rssTURAN-SAM rss
Google Sitemap

"Bu site en iyi mozilla firefox'ta 1280x960 çözünürlükte görüntülenir."

Turan Portal v1.3 | Tasarım TURAN-SAM , Kodlama Serkan Aygün

Turan Nedir?, Bilimsel Dergiler, En popüler Bilimsel Dergi, Endeksli Bilimsel Dergiler, Saygın Bilimsel Dergi, Türk Dünyasının en popüler ve en saygın Bilimsel Hakemli Dergisi, SSCI, SCI, citation index, Turan, Türk Devletleri, Türk Birligi, Türk Dünyası, Türk Cumhuriyetleri, Türki Cumhuriyetler, Özerk Türkler, Öztürkler, Milliyetçi, Türkçü, Turancı, Turan Askerleri, ALLAH'ın askerleri, Turan Birliği, Panturan, Pantürk, Panturkist, Türk, Dünyası, Stratejik, CSR, SAM, Center for Strategical Researches, Araştırma, Merkezi, Türkiye, Ankara, İstanbul, Azer, Azeri, Azerbaycan, Bakü, Kazakistan, Alma-Ata, Astana, Kırgız, Bişkek, Kırgızistan, Özbekistan, Özbek, Taşkent, Türkmen, Türkmenistan, Turkmenistan, Aşxabad, Aşkabat, Ozbekistan, Kazakhstan, Uzbekistan, North, Cyprus, Kıbrıs, MHP, AKP, CHP, TURKEY, Turancılık, KKTC, Vatan, Ülke, Millet, Bayrak, Milliyet, Cumhuriyet, Respublika, Alparslan Türkeş, Atatürk, Elçibey, Bahçeli, Aytmatov, Bahtiyar Vahabzade, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, İsmail Gaspıralı, Gaspırinski, Nihal Atsız, Alptekin, Kürşad, Tarih, Kardeş, Xalq, Halk, Milletçi, Milliyetçi, Yürek, Ürek, Türklük, Beynelxalq, Arbitrli, Elmi, Jurnal, Nüfuzlu