YILIN YAZARI TÖLEN ABDİK’İ TANITMA FASLINDAN TÜRK DÜNYASINA YÖNELİK ÜNSİYET MESAJIMIZIN ALGILANMASI ÜZERİNE NOTLAR - Dr. Lütfü ŞEHSUVAROĞLU - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









YILIN YAZARI TÖLEN ABDİK’İ TANITMA FASLINDAN TÜRK DÜNYASINA YÖNELİK ÜNSİYET MESAJIMIZIN ALGILANMASI ÜZERİNE NOTLAR - Dr. Lütfü ŞEHSUVAROĞLU
Tarih: 06.08.2013 > Kaç kez okundu? 3854

Paylaş


Bu yıl Avrasya Yazarlar Birliği önderliğinde ilan edilen Türk Dünyası’nda Yılın Yazarı unvanı, Kazakistan’ın “Emek Kahramanı” unvanının da sahibi olan yazar ve dramaturg Tölen Abdikoğlu’na verildi. Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi birinci yıl Ali Akbaş’ı, ikinci yıl Anar’ı, bu yıl da Tölen’i seçmiş. İsabetli bir seçim..

Üçü de gerçekten ülkelerinin en iyileri arasında… Üçünün de kadim dostum olması beni ayrıca çok sevindirdi elbette…

Üçünün de Türk dünyasına olan ilgileri external değil internal olması; yani damarlarında akan kan kadar ünsiyet sahibi olmaları hasebiyle Türk dünyasına yönelik bu değerlendirme yazısında güncel karakterler olarak yerlerini almalarına sebep oldu.



Bugün Türk dünyasına yönelik üç ayrı yaklaşım tarzı ve bu tarzlarının sahibi üç ayrı Türk tipolojisinden bahsedebiliriz. Şunu baştan söylemeliyim ki, Türk dünyasına menfi bakanları bu kapsama almamış bulunuyoruz. Müspet bakanlar arasında bir tasniftir yapacağımız:

Bunlardan birincisi memuriyetleri ve siyasetleri gereği Türk dünyası ile ilgili olmak lüzumunda olanlara dair bir yaklaşım tarzı ve tiptir. Görev gereği başlığı altında değerlendirebiliriz bu yaklaşım tarzlarını… Eski Sovyet artığı Cumhuriyetlerde de, bizde de böyleleri bol miktardadır. Komünist Partisi veya KGB için çalışan kimileri ile bizdeki karşılıkları benzer davranış kodundadırlar. Gönül işi bunlarda biraz lakırdıdan ibaret kalır. Hoş onların dilinde de gönül anahtar kelimelerden biridir fakat içselleştirilmiş ve organik olarak kaynağından neşet etmiş değildir. Kalpleri ile dilleri arasındaki mesafe haylice aralıklıdır.

İkincisi dillerine öteden beri Türklük, Türk dünyası, Türkçülük, Turan, Turancılık, ulusalcılık gibi literatür içerisinde pelesenk olan bir sloğanik çerçeve olarak Türk dünyasına ilgisi olanlardır. Bunlar da iç siyasetlere zaman zaman peşkeş çektikleri bir arka-plan olarak Türk dünyasını kullanırlar. Hakikatte bu dünya onları ne soyut ne de somut olarak içerden yakmaktadır. Bunda biraz da bilgisizlik, temassızlık ve ezbere dayanan aktarmalar etkili olmuştur. Böylelerinin hayal dünyası içindeki kurgular gerçek hayatta sıklıkla abandone olmaya mahkumdur. Türk dünyası ile somut karşılaşmalarda ani duygusal tepkilerin ötesinde sonuç alıcı projelere imza atma bakımından derin bir kısırlık söz konusudur.

Memurlar, politikacılar, iş dünyasındaki ve medyadaki çoğunluk bu iki gruba girenlerle doludur. Bunların bir kısmı AP, MSP, MHP, CHP, sonrasında, ANAP, DYP, RP ve AKP gibi partilerde bulunmuşlardır, bir kısmı bizzat o dünya ile ilişkileri hasbelkader düzenleyenler arasında yer almışlardır.

Üçüncüsü Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir adlı kitabında tarif ettiği memleket müddei gibi bir davranış kodunda olanlardır ki, mesuliyet, merhamet, vefa, fedakarlık, samimiyet, hörmet ve aşk mayalarına çalınmış gibidir. Onlar Türk dünyasına aşkın bir felsefe, derin bir sorumluluk hissiyle yaklaşmaktadırlar. Doğuştan kazanılmış bir meslek gibidir o dünyaya dönük mesaileri…

Bu yaklaşım tarzlarını kısaca irdeledikten sonra bir de dönemler bakımından tasnif yapmak icap etmektedir.

Buna göre de Osmanlı son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yılları arasındaki dönemi yani Çarlık Rusyası’nın son dönemleri ve Lenin devrimi sonrasını başlı başına bir temelin inşası için ayrıca değerlendirmeliyiz. Zira burada bugünkü askeri, siyasi, iktisadi, içtimai ve zihni dokunun bazı çarpık algoritmalarının ipuçlarını keşfetme ihtimali vardır.

Sonra ikinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki dönemi tartışmak oradan 70’li yıllardaki durum tahlil etmek ve 12 Eylül sonrasındaki 90’lı yılları hazırlayan süreci masaya yatırmak gerekmektedir. 90’lı yıllar ise el’an devam eden bir süreç olmakla birlikte iki devrededir. Birincisi Türk devletlerinin safra atma biçiminde tecelli eden bağımsızlık süreçleri ve bu yeni siyasi ve kültürel fırsatlar silsilesinin Türkiye tarafından yeterince değerlendirilip değerlendirilmemesi sorgusu içinde ele alınan on yıllık dönemdir. 1990’lı yılların başı ve 2000’li yılları kuşatan devre… İkincisi ise temelleri önceden atılmakla birlikte 2007’de evrilen ve içine Kürt sorununu da, Arap Baharını da alan ve bugüne ulaşan; gelecekteki kargaşaya alt yapı oluşturan de-stabilizasyon evresi…

Yalnızca Kürt sorunu ya da çözüm süreci, sadece Arap Baharı ve Büyük Ortadoğu Projesi mi; peşi-sıra Dugin’in Avrasyacılığından muallak bir İslam Kalvinizmi ve karşıtlığı arayışlarıdır ki bunların da Türk dünyasını şöyle ya da böyle ilgilendirmemesi-etkilememesi düşünülemez.

Yani Mısır’da, Suriye’de ve bütün Kuzey Afrika’da olanların aslında bir nevi post-modern bir üçüncü dünya savaşına evrildiğini söylemek mümkün olduğu gibi Türk dünyasını da içine allan bütün İslam âleminde kafaların daha da karışacağı, bölünüklüğün daha da artacağı tehlikeli senaryoları gündeme getiren bir gelecek kurgusu da her vesile ile perdenin ardından pis pis sırıtmaktadır.

Ama henüz söylenmemiş türküler de vardır ve kaybedilen fırsatlar ardında yeni fırsatları işaret edebilmektedir.

Velhasıl “havf ile recâ arasında” git-gelli bir korku ve ümid çağıdır önümüzde uzanan…

Böylece yeniden Türk ve yeniden Müslüman olabilmenin kodları da yeniden yazılma olasılığındadır.



Türk Dünyası ile ilgili olarak Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün malum vecizesinin dışında bir ufuk turuna sahip olmadığı gibi, daha sonra öyle bir dünyanın varlığını terennüm etmenin suç sayıldığı dönemlerden geçti. İstiklâl Harbi’ne Sovyetler Birliği içindeki Türk halklarının gönderdiği yardımların Lenin’in istiklâlimize ilgisi olarak algılanmasından beridir Demirperde üstüne ahkâm kesmek kolay değildi. Hele Stalin zamanında zaten Kars ve Ardahan etrafında ürküten hesaplar, bu ketumiyeti vehim kumkuması yapınca İkinci Cihan Harbinin son saatlerinde Yalta’da üç+bir şefin ortaklık fotoğrafı yüreğimizi hepten hoplatması sonucunu doğurmuş ve yöneticilerimizi ‘Hür Dünyanın gönüllü müttefiki’ ya da gönüllü kölesi kılmıştı.

İşte 1970’lere kadar uzanan ve bizim gençliğimizi 1944 Olayları ile yakalayan ‘sorunsal’ böyle bir edilgenlik sarmalından başka bir şey değildi.

İlk defa Ülkü Ocakları, 970’lerin ortalarında, BM Esir Milletler Haftası’nı Esir Türkler Haftası olarak anmaya başladığında böyle bir soydaşlar coğrafyasının farkına varan halkımız, ortak türkülerin, benzer seslerin, nefeslerin, yüzlerin dahası yer ve insan adlarının tıpatıp olduğunu görerek yalnız olmadığımızı anladı. Yalnız olmadığımızı değil sadece, büyük bir mesuliyet çemberinin varlığını idrak etti. Hem mesuliyet çemberi, hem uzak vadede bir ümit ışığı, yeni akrabalıklar ihtimali…

O yıllarda yazdım Esir Türkler adlı kitabımı.







Esir Türkler kitabımızı 1977 yılında neşretmiştik. Ardından Hergün gazetesinde yöneticiliğini yaptığımız haftada bir tam sayfa Ocak sayfasında bu konuya geniş yer ayırdık. Sonra bütün dış Türkler dernek başkanlarını toplayıp Cumhurbaşkanına çıktık ve Esir Milletler Haftasını Esir Türkler Haftası olarak tescil ettirdik. 1980 sonrasında ise çıkardığımız Millet gazetesinde bir başka yazısı dizisi kaleme aldık.



























Türk dünyası 70’li yıllarda esaret ve emperyalizm kavramları ile birlikte yad ettiğimiz bir kavramdı. Yukarıda yaptığımız ve bastığımız afişlerden örnekler var.



Bütün Türk dünyasındaki demografik ve kültürel yapıyı ilk defa rakamlarla ortaya dökmüş, aynı zamanda onların bağımsızlık mücadelelerine de yer vermiştim.

Ülkü Ocakları o dönemde başka bir şey daha yapmıştı. O da Kırım Sürgününü dünyaya duyuran ve Kırım Tatarlarını yurtlarına döndürmek ve Stalin zulmünü hatırlatmak üzere Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu’nun açlık grevini (Ölüm Orucunu) dünyaya duyurmak… Zindanlarda öldüğü rivayet edilen Cemiloğlu için gıyabi cenaze namazları kıldık, mitingler tertip ettik. Hasret gazetesinin bir sayısını ona ayırdık.





Hasret dergisi: Yıkılsın Kremlin başlığı Cemiloğlu’nun Kırım sürgününü dünyaya duyurmak ve Tatar Türklerinin ülkelerine dönmeleri için başlattığı mücadeleye destek olmak amacıyla atıldı. Yıllar sonra Cemiloğlu ile Yakup Deliömeroğlu’nun TYB başkanlığı sırasında Kırım’da gerçekleşen şiir şöleninde karşılaştık. Bir başkası ise onu Erzurum’da misafir ettiğimiz zamandı. Gece Palandöken’de uyuyamadım ve sabaha kadar yazdığım şiiri sabah kahvaltıda ona okudum.





Ertesi yıl 30’un üstünde dış Türkler dernek temsilcileriyle Cumhurbaşkanını ziyaret ettik ve Esir Türkler Haftasının resmi olarak anılmasını sağladık.

Sonra arakesit oldu, bizler Mamak zindanlarında iken yeni bir dönem inşa edilmeye başlanmıştı bile…

80’li yıllar sözde yeniden yapılanan Türkiye’yi aslında başka bir açıdan o kadar kendi içine kapatıyordu ki, yakın bir gelecek için bile kendi kültür coğrafyasının olması gereken açılımlarını bırakın gerçekleştirmeyi söylemine bile kulaklarını tıkamıştı. Sonra doksanlı yıllar…

O zaman da Türkiye Yazarlar Birliği adına bir ilki gerçekleştirdik. Türkçenin Uluslar arası Şiir Şölenleri…





Üçüncü şiir şöleni Türkmenistan’ın başkenti Aşgabat’ta yapıldı. Şölen sonrası ziyafette Bahaettin Karakoç baş konuk olarak sofrayı pay ediyor.





Dördüncü şiir şöleni benim Türkiye Yazarlar Birliği genel başkanlığını yaptığım dönemde gerçekleştirildi. Gerek birinci şölen, gerek ikinci şölen ve gerekse üçüncü şölenlerin gerçekleşmesinde şölen tertip komitesinin ve Türkiye Yazarlar Birliği kurucu başkanı D. Mehmet Doğan’ın hizmetleri inkâr edilemez. Ancak Kemal Zeybek ve Ayvaz Gökdemir’in öncülüğünde devletin desteği olmasa hiçbirisi gerçekleşemezdi. Dördüncü şölen döneminde ise şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül devlet bakanıydı ve onun da desteğini burada belirtmek gerekir.



Sayın Gül bilhassa kendi gelerek TYB’nin ve bütün dünyadaki Türkçe yazan şairlerin Kıbrıs çıkarmasını destekledi.



Kıbrıs’ta bir ilk daha gerçekleştirildi. TYB öncülüğünde Türk dünyasındaki yazar birlikleri gerçekleştirdikleri zirve ile ‘kol çektiler’ ve Türk Dünyası Yazar Birliğine ilk adımı attılar.

Girne’den yapılan çıkarma, Lefkoşe ve Magosa kentlerinde de devam etti. Rum kesimi her zaman olduğu gibi protestolarına devam ettiler.









Şiir şölenlerinin dördüncüsü benim başkanlığım sırasında Kıbrıs’ta yapıldı. Birçok Türk cumhuriyeti tarafından tanınmayan yavru vatanımıza her Türk Cumhuriyetinden ve Türklük coğrafyasından şairler iştirak ettiler. Şölende sayın Denktaş’a plaketini takdim ettiğimiz andan bir enstantane… Kıbrıs basını da şölene ilgisini esirgemedi.





Doksanlı yılların başından itibaren Sovyetler Birliği macerasını tamamlayan Rusya’nın safra atması biçiminde gerçekleşen sözde Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlaşması sürecinde hazırlıksız yakalanan Türkiye, TYB’nin bu kültürel faaliyeti ile bir şeyler yapmanın hazzını yaşıyordu.

Bu arada Türk Kurultayları da yapılmaya başlamış, devlet başkanları örs üstünde çekiç dövme ritüeli ile Oğuz Kağan’dan günümüze gelen emaneti taşıdıklarını cümle âleme göstermek istemişlerdi.

Gerçi toplanan kurultaylarda alınan kararlardan hiçbiri hayatiyet kazanmamıştı ama olsundu. Bu moral bile tek başına bir şeydi.

‘Adriyatikten Çin Seddine Türk Dünyası’ bir ideal olmaktan ve bunu bir gelecek kurgusu, bir proje haline getirmekten ziyade bir lakırdı, fincancı katırlarını ürkütecek bir şamata olarak kullanıldı; özellikle de Demirel zamanı böyle nihayetlendi.

Ardından Büyük Ortadoğu Projesi yürürlüğe kondu global statüko tarafından…

Artık Türkiye için enternal ve external konseptler kendi dinamiklerinin bir entropi yaşatacak biçimde kullanılmasına zemin hazırlıyordu.

Bazen gücünün farkına varsa da yine bu güç bu enternal ve external konseptlere ram olacak şekilde tekrar tekrar evrilebiliyordu.

Türkçenin Uluslar arası Şiir Şölenleri sayesinde sadece Nazım Hikmet’i Türk şair diye tanıyan Sovyet artığı kültürel coğrafyada –ki bu Türk kültür coğrafyasının ağırlığı altındaki yurtlardır- Yahya Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya gibi müteveffa şairlerimiz yanında yaşayan şairlerimizin de tanıtılmasına gayret gösterildi. Bunların başında Akif İnan, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Ali Akbaş, İsmet Özel, geliyordu.

İlki Bursa ve Konya’da yapılan şiir şölenlerinin ikincisi Kazakistan’ın Almatı şehrinde(o zamanlar başkentiydi), üçüncüsü Türkmenistan’ın Aşgabat şehıinde, dördüncüsü ise yavru vatan Kıbrıs’ın Girne’sinde gerçekleştirildi. Sonrasında ise



Bu şölenlerde üçer ödül veriliyordu. Ödüller farklı kültür coğrafyamızdan isimler adına veriliyordu. Sırasıyla şöyleydi:

Birinci şölen(Bursa ve Konya): Fuzûlî, Yunus Emre, Nevâî

İkinci şölen(Almatı): Necip Fazıl, Abay, Nesimî

Üçüncü şölen(Aşgabat): Mahtumkulu, Mehmet Âkif, Kaşgarlı Mahmut

Dördüncü şölen(Girne): Şeyh Galip, Babür, Arif Nihat asya

Beşinci şölen(Strazburg): Wilkinson Gibb, Yahya Kemal, Şehriyar

Altıncı şölen(Kırım-Simferopol): Ahmet Yesevi, Abdülhak Hamid, Gazi Giray Han

Yedinci şölen(Üsküp): Mevlânâ, Cevdet Paşa, Hatâyî

Sekizinci şölen(Bakü): Nizâmî, Ahmet Haşim, Hüseyin Cavid

Dokuzuncu şölen(Prizren): Karacaoğlan, Sûzi Çelebi, Ahmet Hamdi Tanpınar

Onuncu Şölen(Bişkek): Manas, Namık Kemal, Yusuf Has Hacib

Görüldüğü gibi bütün kültür coğrafyamızın ve bu coğrafyanın bütün tarihi içinde temayüz etmiş olanları arasından yerinde bir seçim yapılagelmiş ve ödüllerin ithaf edildiği bazısı millet dairesi içerisinde olmasa da kültürümüze aşinalığı(Gibb gibi) dolayısıyla hörmete layık ecdadımızla birlikte şanlı isimler yad edilmişlerdir.



Türk Kurultayları da, ortak alfabe çalışmaları da bazı verimli adımların atılmasına önayak oldu.

Şiir şölenleri eski heyecanını kaybetse de devam ediyor, ortak alfabe çalışması savsaklandı; ortak tarih yazımı için devlet başkanları zirvesinde iyi niyetler ishar edildi. Gelgelelim, ‘Adriyatikten Çin Seddine Türk Dünyası hayal olmaktan bile çıktı.

Her ülke giderek kendi meşgalesine boğuldu. Her birinin derdi diğerini ilgilendirmemeye başladı.

Avrasya Yazarlar Birliği de edebiyat dergilerini bir araya getirerek yeni bir faaliyet çığırına imza attı. Edebiyat dergileri kurultaylarının ilkinde biz de bir panelde bildiri sunmuş, ikincisinde de yöneticilik yapmış idik.







Edebiyat Dergilerinin birinci buluşması İstanbul’da yapıldı.



Avrasya Yazarlar Birliği bunun dışında Türksoy desteğiyle Kaşgarlı Mahmud hikaye yaraşmaları tertip etmiş ve gerçekten genç hikayecileri Türk edebiyatına kazandırmayı bilmiştir.

Türksoy faaliyetleri yanında TİKA, Dış Türklerle ilgili kimi birimler Türk dünyasına belli ölçülerde katkı sunmaya çalışmışlardır.

Türk dünyası liderler zirvesi de önceki örs üstünde demir dövmelerin devamı olarak en azından liderlerin birbirlerine merhabalarını artırmayı bilmiştir.

Fakat hasbi olarak sivil toplum ve devlet gibi bu işle bilfiil ilgilenen ve şahıs bazında gayret gösterenler de övgüye daha çok layıktır.

Mesela Azerbaycan milletvekili Ganira Paşayeva’yı bu bağlamda hatırlamamak olmaz.

Türkiye’nin her meselesine vukufiyeti ayrı bir bahis olan Paşayeva’nın özellikle Abdurrahim Karakoç’u anma toplantılarında nasıl canla başla çalıştığına bizzat şahit oldum.







Bakü’de Abdurrahim Karakoç’u andık. Birçok rayonda ve TV’de konuşma yaptık. Ganira Paşayeva bendenize plaket sundular, evinin kapısını heyetimize açarak bizzat kendi elleriyle hazırladıkları yemeği sundular…





Ali Akbaş’ın Türk dünyasına olan ilgisi daha öğrencilik yıllarında başlar. Edebiyat Fakültesinde ve sonrasındaki mücadele yıllarında… Göygölü görüp de yazdığı şiir, Tuna’yı (Tuna’yı değil de Tuna’dan garip geçenleri) görüp de yazdığı şiir kadar dokunaklıdır.

İkinci yılki edebiyat adamı Anar ise zaten bütün Türk dünyasında Nazım kadar tanınmış ve onunla aynı duygu iklimini paylaşmış öncü bir şahsiyettir. Uzun yıllar Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanlığı yapan Anar aynı zamanda bir edebiyat iklimi yaratıcısı ve yöneticisidir. Efsaneleşmiş Anar’dan sonra üçüncü yıl karşımıza bir Kazak edebiyatçısı çıktı.

Kimdi o?





Azerbaycan Yazarlar Birliği binasında Türk heyeti Anar’la birlikte. Anar’ın hemen solundaben varım. Sağında Selçuk Özdağ, onun sağında Ganira Paşayeva ve Mihriban ve Enderhan Karakoç; benim solumda ise Feramuz Üstün ve Hasan Sağındık ve diğer dostlar…





Tölen Abdik bizim 1991 yılından beri dostumuz…

1991 yılında tertip edilen Dünya Yüzü Kazak Kurultayı’na davetli olarak gittiğimizde Devlet Başkanı Nazarbeyev’in sarayında tanışmıştık.





Dünya Yüzü Birinci Kazak Kurultayı’nda Azerbaycan temsilcisi Abbas Abdullah, ben ve Tölen Apdik birlikteyiz.





Daha sonra da Türkçenin Uluslar arası Şiir Şenliklerinden birini Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da gerçekleştirmiştik. Almatı’da başlattığımız program Yesi’de yani Türkistan’da devam etti. Zaten her Almatı ziyareti Türkistan’la tamamlanırdı. Türkistan ya da Yesi demek Hoca Ahmet Yesevi demek. Onun mekânı, türbesinin, çilehanesinin, camisinin, aşevinin, medresesinin olduğu merkez.

Dünyanın iki merkezi var Kazakistan’da biri Koca Türkistanî’nin dergâhının olduğu merkez, ki bu aynı zamanda bütün Türkistan’ın da manevi merkezi… Diğeri ise Abay’ın doğduğu Abay Köyüne yapılan Abay heykeliyle mütemmim bir yapıyı oluşturan ve bazı ülke başkentlerine olan mesafeyi gösteren nokta…

Abay ve Yesevi’yi bir ruh potasında eriten Kazak milliyeti bizi de kendine ram ediyor.

İki toplantı vesilesiye gitmiştik Kazak eline ama orada Alpertunga’dan bize uzanan mayanın izini bulduk.

Ve yeni dostlar kazandık.

Her ikisinde de rahmetli aziz dostumuz, uzun yıllar Kazakistan’ın Yazarlar Birliği Başkanlığını yapan Kaldarbek Naymanbay, Sovyet dönemi sonrasında yeniden yapılanan Kazakistan’da bu iki uluslar arası etkinliğin yükünü büyük bir özveriyle üstlendi. Naymanbay’ın iki yardımcısı vardı. Bunlar Beybit Koyşubay ile Tölen Abdik adında iki kültür ve irfan adamı idi. Her ikisi de bize gönüllü mihmandarlık yaptılar, Kazakistan’da bulunduğumuz günler boyunca bizi ülkemizdeymişiz gibi ağıladılar. Onlara ne kadar teşekkür etsek azdı.

Kaldarbeg’den sonra Kalaybeg Tursunkulu başkan oldu. Onun döneminde ben de Türkiye Yazarlar Birliği genel başkanlığı yaptım.

Çok sıkı ilişkimiz oldu.

Dünya yüzü Kazak kurultayı dışında Muhtar Avezov katnaşısında bir araya geldik. Bana kazak milli kıyafetini giydirdi. Muhtar Avezov Abay Yolu’nu yazan dev Kazak yazarı…

Tursunkulu ile çalışmalarımız Türk dünyası ortak yazar teşkilatının kuruluşu çalışmalarında da devam etti.

Kıbrıs’ta gerçekleştirdiğimiz 4. Şiir Şölenine katılan Tursunkulu ile birlikte Türmenistan’dan Atamurat Atabayev, Kırım’dan Şakir Selim ile bir anlaşmaya kol çektik.





Protokol



Kaldarbeg Naymanbay da Kalaybeg Tursunkulu da Hakkın rahmetine kavuştular.

Beybit Koyşubay acep nerede, ne yapıyor?

Tölen Nazarbeyev’in danışmanlığına devam ediyor mu?



Aradan yıllar geçti.

Sonra duydum ki 2013 yılının yazarı unvanını alan ve benim de çevrilen kitabına editörlük yaptığım kişi Tölen imiş.





İkinci Şiir Şöleni Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da yapıldı. Büyük Abay ödülünü Türkiye’den Bahaettin Karakoç aldı. Bahaettin ağabeyime ödülünü Tölen vermişti. Nazarbayev’in edebiyat danışmanı sıfatıyla…



“Ben bu resmi bir yerden hatırlıyorum” dedim Avrasya Yazarlar Birliği başkanı Yakup Ömeroğlu’na, o da “haklısın abi, bu Tölen o Tölen” dedi. Ne kadar huzur bulduğumu ve içi ısıtan bir şaşkınlık yaşadığımı anlatamam.

“Bu editörlüğünü yaptığım hikâyelerin yazarı demek bizim Tölen ha!” Dedim. Bu kadar güzel hikâyeleri, insanın içini acıtan bu dramları, trajedileri bulup çıkaran Tölen’miş…

Sonra anladım ki, bu acıların çoğu yazarın hayatından, ailesinden, yakın çevresinden bilfiil yaşanan bir kesitten başkası değil…

Shoupenhaur’un dediği gibi büyük fikirlerin kaynağı büyük ıstıraplardır.



1942 yılında doğdu, Tölen, büyük ıstırapların yaşandığı bir iklimde dünyaya geldi.

Bugün Kostanay sınırları içerisinde olan Jangeldi o zaman Torgay’a bağlı idi.

Stalin döneminin bütün eziyetlerini çektiler. Tölen’in ailesi de bu zulümden nasibini alanlardan. Tölen nasıl da yudumlamış atasının anlattıklarını, yaşadıklarını…

Şimdi onlar Kazak edebiyatının ve tabiidir ki bütün Türk edebiyatının uzun hikâyeciliğinde örnek eserler olarak kağıda döküldüler.

Tölen, Kazakistan seyahatimizde bize güzel bir mihmandarlık gösterdi. Şimdilerde Örkeniyet dergisinin baş editörü Tölen Abdik. Uzun hikâyeleri tarzının en iyi örneklerini verdi.

20’li yaşlardan beri yazdıklarını Ufuk adlı kitapta topladı. 1970 yılında yazdığı Hakikat adlı hikâyesi Rusçaya da çevrildi. 1984’de Aysız Gece, 1987’de Aksoki’nin Sert Kışları yayınlandı. 1984 yılında Biz Üç Kişiydik adlı oyunu sahnelendi. Bazı eseleri filme de çekilen Abdik’in 2002’de yayınlanan feraset Savaşı Kazakistan Pen kulübü, Kafka ödülünü hak kazandı.



Tölen Abdik, eserlerinde hayat akışının derinliklerine, gizemli sırlarına dalarak, hayatın gerçeklerini felsefi yönden değerlendirmeye ağırlık vermektedir. İnsan hayatı genel anlamda bir toplumun küçük bir aynası gibidir. Yazar kahramanlarının derin bunalımlarını sadece psikolojik bir olgu olarak değil, zamanın ruhunun şekil ve şemailini belirleyecek manevi bir ölçü gibi ele almaktadır. Yazar, «Erdem Cephesi» hikâyesi için Kazakistan Cumhuriyeti’nin Devlet Ödülünü, “PEN-club” ödülünü ve Franz Kafka adındaki Avrupa Altın Madalyasını kazanmıştır.

Tölen’in hikâyelerinin Kazakistan ortaokullarındaki 7-8 sınıf öğrencilerinin edebiyat dersi programına girdiğini öğrendim. Böylece Kazakların çağdaş yazarlarına dikkati ve hörmeti Türkiye’ye de ders olabilir diye düşündüm. Aslında liderler zirvesinde edebiyat ve tarih kitaplarının değiştirilmesi daha doğrusu zenginleştirilmesi yönünde adımlar atılacaktı. Bilmiyorum neler yapıldı. Muhterem dostumuz Nabi Avcı’yı çok görevler bekliyor.

Tölen Abdik’in “Bayan Batiş” ve “Erseyyid” ve “Sağ El” hikâyeleri esas alınarak sinema filmleri de yapılmış Kazakistan’da…

Tölen’i okuyunca anlıyorsunuz ki büyük ıstıraplardan büyük fikirler ve büyük edebiyatlar doğuyor. Anlıyorsunuz ki, gerçekten çekilen onca derdin entelektüel bir süzgeçten geçmesi için dışsal değil içerden bir yaratıcılık gerek.

İşte Tölen Aptik gerçekten Kazak halkının çektiklerinin kendi ailesi içinde estetik bir yansıması olmuş. Anlattıkları tamamen hakikat ve bu hakikatin bizzat kendisi sade dil ve üslup ile birlikte sanat olmaktadır.

Yazımızın başında Türk dünyasına yönelik olarak üç davranış kodundan bahsetmiştik. Yirmi yaşından itibaren Esir Türk illerine olan ilgisini kitaplaştırarak, dergileştirerek, teşkilatlandırarak hayatın her alanında mücadele ve fikir çizgisinin mihveri yapan bizler Türk dünyasından gönlünü okşayan sesleri duyduğunda şüphesiz herkesten fazla kulak kabartmakta ve izini sürmektedir. Bunu hilali Ahmet aşkına yapmaktadır…

Cengiz Dağcı’yı Cengiz Aytmatov’u, Ergeş Uçkun’u, Anar’ı, Oraz’ı gösteren bu iz bu yıl Tölen’i işaret ediyor.

Tölen’i okuyunca anlıyorsunuz ki, milletine adanmış kalem dünyanın her tarafında aynı hasletlerle donanmıştır. Akif’in samimiyet kavramı, Nurettin Topçu’nun mesuliyet kavramı aktüel olanda da kendini gösteriyor ve milletimizin temel hasletleri estetize bir yaratıcılıkla şair ve yazarların dilinde yenileniyor, çağdaş formatına kavuşuyor.







1992 yılında Bursa’da ve Konya’da yapılan Türkçenin Birinci Uluslar arası (halkara) Şiir Şöleni sırasında Tölen Abdik’e ikinci şölen için bir emanet verilmiş, o da emaneti yerine ulaştırmıştı. Gerçekten de ikinci şölen bir yıl sonra bu sorumluluğu alan Tölen, Kaldarbeg, Tursunkulu, Nurlan ve Beybit sayesinde Almatı’da gerçekleştirilmişti.

Tölen o günden bugüne Kazakların bağımsızlık sonrası edebiyatlarının gelişmesinde çok önemli eserler verdi, faaliyetlere imza attı.

Şimdi sizleri onun mükemmel bir hikâyesiyle baş başa bırakıyorum. Onda Kazak ruhunun köklerini bulacaksınız.

Türk dünyasının ‘2013 yılı edebiyat adamı’ seçilen Tölen Abdik’i selamlıyorum.



KAİDE VE YAŞAM



Tercüme: Aynur Mayemerova

Editör : Lütfü Şehsuvaroğlu

İnsan olana ölüm bir kez değil bin kez gelir



198... yılının sonbaharında ilçe merkezinden uzakta bulunan Zafer köyünün bir kenarında akşam saatlerinde küçük bir otobüs gelip durdu. Otobüsten gri pardösülü, gri şapkalı, elinde baston tutan esmerce ihtiyar bir adam indi. Çizgili, buruşuk ve neşesiz yüzünden, ihtiyarlığın değil de, hastalığın azabını çok çektiği fark ediliyordu. Çantasını yere koydu, ağır ağır nefes alıp cebinden mendilini çıkardı ve terini sildi. Sonra küçük bir köye, bir şeyleri hatırlayamamış gibi şaşkın şaşkın baktı durdu.

Evler, tepebaşlarında dümdüz sıralı sokak oluşturmasına rağmen, nehre doğru inen yol üzerinde ise su içmeye toplanan hayvanlar gibi toplaşmış, birbirinin üzerine binmiş gibiydi. Sıralı evlerin orta kısımda çift katlı iki üç ev görünmekte… Bunlar sovhozun ofisi ya da başkaca kamu binaları veya sosyal tesisleri olabilir. Bu evlerin arkasında rüzgârda sallanan ağaçları, ağaçların arasından da heykele benzer bir gölgeyi gördü.

Otobüsten inen ve bohçalarını kapan yolcular, çocuklarının ellerinden tutarak alelacele dağılmaktaydı. Biraz zaman geçtikten sonra otobüs de geldiği yere geri döndü. İhtiyar adam “buraya yanlışlıkla mı geldim?” der gibi, hâlâ etrafını şaşkınlıkla inceliyordu. Biraz sonra çantasını eline aldı, bastonundan güç alarak kenardaki eve kadar yürüdü. Eve yaklaşırken bir şeyler aklına gelmiş gibi, aniden durdu.

“Burası okulun yeriydi” dedi fısıldayarak. Evet, okul köyün kenarındaydı. Onun arkasında ise yatılı okul vardı. Şimdi görmüş olduğu çadırlı yüksek bir bina, eski okulun yerine yapılmış yeni okul olmalı. Sol tarafta kenarda duran ev ise o zaman okul müdürlüğünü yapmış olan Salimgerey’in eviydi.

Yolcu, kendine itimadı yokmuş gibi “Salimgerey’in olmalı” dediği kenardaki eve doğru geldi. Yaklaştığında evin tamamen başka bir ev olduğunu fark etti. Hatırladığı evin hayali gözünün önünden kaybolmaya başladı. “Yıllar geçti,” dedi içinden aklına gelen düşüncelerden korkarcasına. “Yeryüzündeki bir devlet tümüyle yok olurken kırk yıl önceki toprak damı aramam doğru olmamış...”

Yolcu, kamış çitle çevrili avluya girdiğinde, odun yarmakta olan delikanlı, işinin durmasına sebep bulduğuna sevinircesine baltasını bırakır bırakmaz:

“Selâmün aleyküm!” diye koşarak selam verdi.

Delikanlının yardıma hazır halinden memnun olan yolcu:

“Aleyküm selam, evladım,” dedi nefes nefese kalarak. “Kimin çocuğusun, yavrum?”

“Кarim’in.”.

“Hangi Karim acaba,” diye düşündü. Böyle biri var mıydı?.. Belki dışarıdan gelenlerin biridir”...

“Peki, evladım. Ben uzaklardan, Rusya’dan geliyorum, aslında buralıydım. Kalbim sıkıştı, otobüs durağından buraya zor geldim.”

“Eve girin, amca, burada durmayın öyle” dedi genç adam hemen ilgilenerek.

Evin içi mütevazı ve sade döşenmişti. Kırmızı hırkalı cılız genç bir kız başköşeye yün döşek serdi. Çok geçmeden sofra serildi, çay getirildi.

Yolcu çay içerken ev sahibinin ailesini sual etti. Genç adamın adı Kaysar’mış, babası ellili yılların sonunda Almatı’da üniversiteyi bitirdikten sonra burada işe başlamış ve temelli kalmış, geçen sene de vefat etmiş. Annesi ise ilçe merkezinde yaşayan büyük oğlunun yanındaymış. Ataları ise Akmola’nın Kıpçaklarındanmış. Ancak Kıpçakların içinde kimlerden olduğunu delikanlı net olarak söyleyemedi.

Yolcu: “Peki” sözcüğünden başka bir şey demedi.

‘Belki benim de bir şeyler sormam gerek’ diye düşünen Kaysar:

“Amca, affedersiniz, siz kimlerden olursunuz?” diye sordu ve ‘doğru mu dedim acaba’ der gibi eşine baktı.

Yolcu biraz sustuktan sonra:

“Benim adım Boris olur,” dedi, orada bulunanları şaşırtmak isteyen bir tavırla. “Boris Nikolayeviç İvanov.” Ondan sonra yumuşak bir ses tonuyla: “Rusların arasındaydık, pasaporta bu şekilde kaydediliverdi,” dedi kendini aklamak istercesine.

Genç adamla genç kadın şaşkınlıkla bakıştılar.

“Köyün adı da, görüntüsü de değişmiş. Eski adı Akşşokı idi. Şimdi tamamen farklı bir yer sanki. Fakat tanıdığımız, bildiğimiz bir şeyler de kalmış gibi. Şu kenardaki çatılı ev, okul değil mi?”

“Evet, okul,” dedi Kaysar.

“Orası savaş başlamadan önce de okuldu. Evinizin yerinde iki ailelik küçük kulübe tipinde bir ev vardı, bir tarafında okul müdürü Salimgerey yaşardı. Demin ‘o ev mi acaba’ diye buraya sapmıştım. Yaklaştığımda o evlerin izinin bile kalmadığını fark ettim.”

“Amca, Salimgerey dede şimdi de var, burada yaşıyor.” dedi Kaysar, kendisi de Salimgerey’in burada olmasına şaşırmış gibi.

“Öyle mi?” dedi yolcu hem korku, hem şaşkınlık dolu bir sesle. Sonra: “Nasıl yani, bu evde mi?” dercesine etrafına bakındı.

“Hayır, bu köyde demek istedim. Uzak değil, oturduğu ev; dört beş ev sonra.”

Yolcu hiç tasarlamadığı bir olayla karşılaşmış gibi sustu, düşündü.

“Bu yıl seksen dört yaşında.” Kaysar Salimgerey’i anlatmaya devam etti. “Eşi öldükten sonra dul kızının yanında yaşamaya başladı. İhtiyar şimdilik dinç, sağlam; düğün ve toplantıları hiç kaçırmaz.”

Çaylar içildi. Genç kadın, ‘şimdi ne yapmalıyım’ şeklinde beynine soru takılmış bir yüz ifadesiyle eşine baktı. Eşi hiç düşünmeden:

“Yemek hazırla,” dedi.

“Hayır, yemek için zahmet etmeyin. Ben Salimgerey’in yanına gideyim. Kaysar beni oraya götürsün. Allah razı olsun, kızım.”

Kaysar, dışarı çıktıktan sonra, yolcunun çantasını aldı, elinden tutarak yanında yürüdü.

“Amca, dikkat edin! Evin çevresinde ışık yok. Yollar kötü. Şuraya doğru yürüyelim.”

Evlerin arasından geçerek avlusu ağaç çitle çevrili, çatılı duvarları bembeyaz, tertemiz bir evin yanına geldi.

“Buyurun, girin!” dedi Kaysar, küçük avlu kapısını sonuna kadar açarak. “Köpek yok.”

Avlunun içi de tertemiz. Ev sahiplerinin temizlik ve düzene önem verdikleri belli... İki kişi, alaca karanlık bir dehlizden geçip sağ taraftaki keçe ile kaplı bir kapıyı açarak içeriye girerken önlerinden dışarıya çıkmak üzere olan bir bayanla karşılaştılar. Bayan şaşkınlıkla geriye adım attı, sonra içeri girmeleri için yol verdi:

“Buyurun.” Şehirli tarzında giyinmiş, saç şeklinden çalışan bir bayan olduğu belliydi.

“Dede, yok mu?” dedi Kaysar, kafasını sallayarak.

“Bir yere kadar gitmişti, gelecektir. Buyurun, içeri girin.”

Gelen ihtiyarla delikanlı, Salimgerey dedenin geleceğine ve kadının gerçek niyetiyle eve buyur etmesine inanmamış gibi ne yapacaklarını şaşırdılar.

“Yanımdaki amca uzaklardan geldi, aslında buralı. Dedeyi tanıyormuş, görüşmek istediğinden getirdim...” Kaysar “şimdi ne yapacağım” dercesine kadına baktı.

“Burada mı duracaksınız, lütfen içeri buyursanıza..” dedi kadın, Kaysar’ın bu kadar laf etmesine biraz sıkılmış bir ses tonuyla.

Misafirler içerideki odaya geçti. Şehirlerdeki apartman dairelerinde olduğu gibi duvara dayalı dolap, ortada masa, sağ tarafta üçlü koltuk ile iki koltuk duruyor. Ücra bir köşede bulunan bu köyün ahalisinin durumu aslında iyi olmasa da, bu evdeki yaşantının sıradan olmadığı görülmekte…

“Hep tertemiz giyinir, saçları taralı dimdik yürürdü” diye hatırladı yolcu, bir zamanlar öğretmeni olan zâtı..

Onlar duvara asılı fotoğraflara, raflardaki kitaplara bakarak bir süre sessizce oturdular. Kadın onların geldiğini unutmuş gibi dışarıda işleriyle meşgul oldu.

Biraz vakit geçtikten sonra dış kapı açıldı:

“Kimler dedin?.. Sormadın mı?.. Ne? Ya Rabbim!” diye içeriye söylenerek giren adamın sesi duyuldu.

Ev sahibinin geldiğini duyunca yerlerinden kalktıklarında kapıdan, saçları ağarmış, kirpikleri bile beyazlamış, etrafına büyük gözleriyle bakan ufak tefek bir ihtiyar göründü.

Yarışırcasına selamlayan ikisinin selamını, hayli yaklaştıktan sonra ancak dudaklarının ucuyla aldı ve “çıkartamadım” dercesine yabancı yolcunun elini bırakmadan uzun uzun baktı.

“Ben Sibirya tarafından geldim, Sake,” dedi yolcu gülümseyerek. “Memleketten çok zaman önce ayrılmıştım. Buraya yolum düştüğü için size selam vermek için geldim.”

“Hıı, anladım, evladım,” dedi ihtiyar pardösüsünü çıkarmaya başlayıp.

İhtiyar koltuğa oturduğunda, Kaysar yerinden kalktı:

“Ben gideyim. Bu amca sizin evinizi soruyordu, ona buraya kadar eşlik ettim.”

“Peki sağol, evladım.”

Kaysar gittikten sonra, ikisi konuşmayı nereden başlayacaklarını bilemeden sessizce oturuştular.

Yolcu büyük zorlukla nefes alıyordu. Mendilini alıp alnına çıkan teri sildi. Ev sahibine gözünün ucuyla ara sıra bakıyor. Bir zamanlar zarif yapılı olan delikanlı şimdilerde ufak bir ihiyar oluvermiş. Gözlerini durmadan kırpıştırıyor. Şakak damarlarının çıkmış olması da tedirgin ve inatçı yapısının işareti gibi. İşte bu ihtiyar, bir zamanlar kimya dersine giren, çok titiz ve çok bilgili bir öğretmendi.

Yolcu ya yol yorgunluğundan, ya da hastalığından aniden kendini fena hissetmeye başladı, eliyle hemen cebini aktarmaya başladı ve bulduğu ilacı ağzına koydu. Üzerinden damla damla terler aktı, yakasını çözdü. Canını teslim edecek gibi nefes alışı ağırlaşan yolcuyu gören ev sahipleri çok korktu. Yolcu biraz sonra kendine gelince, korkuyla bakan ev sahibiyle konuşmaya başladı.

“Sağlığımı kaybedeli çok oldu. Yolda ölür kalırım diye korkmuştum... Allah’a şükürler olsun, sağ salim ulaştım. Buna da şükürler olsun!”

“Biraz uzanır mısınız?... Adınız ne?”

“Adımı şimdilik Boris olarak bilin. Gücüm yettiği kadarıyla her şeyi açıklayacağım...”

Yolcu kanepeye biraz uzandı ve kendisinin yabancı bir eve meşakkat verdiğine biraz sıkılmış gibi: «Hay Allah, hay Allah», diye kafasını sallayarak söylendi.

İlk gördüğü bayan yanına yaklaşarak:

“Doktor mu çağırsak?” dedi.

“Hayır, hiç zahmete girmeyin.”

Biraz sonra misafir kendine geldi. İlaçları da çokmuş, birbiri ardına onları içerek sessizce yattı.

Ev sahipleri rahatsız etmeyelim diye onu odada yalnız bırakıp çıktılar. Yolcu kalbinin sızısı biraz azaldığından, dünyaya yeniden gelmiş gibi yaşamın rahatlığını hisseder bir halde yarı uykulu yatıyordu.

O ara uykuya dalmış ve bir rüya görmüştü. Rüyasında ıssız bir yerde dört beş adam yolun kenarında bir otobüs bekliyor. Allah Allah, ıssız bir yere nereden gelecek bu otobüs? Etrafta hiçbir yaşam izi yok. Sallanan boz otların bir türü ve kamışlar, sonra beyaz görünen kumlar göze çarpıyor. Ne kadar beklediklerini bilmiyor. Belki bir gün ya da birkaç gün… Artık sabırları tükenip, ümitlerini kaybettiklerinde nereden çıktığı belli değil, önlerinde küçük bir otobüs durdu. İçinden çok sevinmişti. Otobüse binmeye çalışırken uyanıvermişti.

İlginç olanı, bu rüyayı çok önce, belki de gençliğinde bir defa görmüştü. Aynen böyle. Issız bir yer. Uzun süre beklemesi. Onun hayatı da tam olarak neyi beklediğini bilmeden geçmiş gibiydi. Ancak o zamanlar otobüs gelmezdi. Şimdi ise kaç yıl sonra o rüyayı ikinci defa gördüğünde çok beklediği otobüsü geldi.

Yolcu rüyasını nasıl yorumlayacağını bilemedi, ama içinde doğan ve ışıldayan sevinç duygusuna sarılarak şükretti.

Odaya Salimgerey girdi, misafirin durumunu sordu.

“Şükürler olsun,” dedi o yüksek bir sesle kendisinin iyileştiğini hissettirerek.

Çok geçmeden çaylar geldi. Misafirin iyi olduğunu görmekten herkes mutluydu.

Kadın da gülümseyerek:

“Evimize gelir gelmez hastalanmanıza canımız sıkıldı. Yarın doktorumuzu çağırtayım. Bizim tanıdık. Bir muayene etsin sizi,” dedi; sanki ‘artık korkacak bir şey yok’ der gibi canlı bir sesle.

Çay içilirken sohbet edilmedi. Ev sahiplerinin “İlçeye ne zaman geldiniz?”, “Otobüs seferleri devam ediyor mu?”, “Karasıyır’ın engelinden sağ salim geçebildiniz mi?” gibi havadan sudan sorularını yolcu kısaca cevaplıyordu. Konuşmak istemiyorsan sen bilirsin der gibi Salimgerey de sırtına yaslanıp umursamaz bir tavır takındı.

Biraz sonra et geldi. Yumuşacık pişmiş kuzu etinin kokusu iştah kabartmakta. Bu koku, evin yemeklerinin, yemek seçen ihtiyar için özel olarak yapıldığını göstermekte. Ancak misafir yemeğin sadece tadına baktı, başka hiçbir şey yemedi.

“Et lezzetli olmuş... Bu bölgenin eti böyle olur,” diye kendisinin yiyemeyişinin yemeğin tadıyla ilgili olmadığını hissettirmek istedi.

Etten sonra kadın sofrayı topladı, kendi aralarında rahat rahat konuşsunlar diye kapıyı kapatıp çıktı. Salimgerey koltuğa yerleşti, misafire de kanepeyi gösterdi:

“Oturun ya da uzanın, rahatınıza bakın.”

“Hayır, oturayım,” dedi yolcu. İkisi de sohbet etmek için uygun bir poz almıştı.

“Evet,” dedi Salimgerey misafirine bakarak. ‘Artık diyeceklerini söyleme vakti geldi’ der gibiydi.

Yolcu aşağı bakarak, nereden başlayacağına karar veremeden biraz oturdu ve:

“«İnsanın kafası, Allah’ın topu» derlermiş Sake,” dedi kısık bir sesle. “Ben de öyle bir top gibi yuvarlandım, kaderim benimle alay etti. Hayatım gündüz ve gece gibi. Utanmadan hatırladığım anılar da var, söylemeye ağzımın varmadığı anlar da az değildir. Ancak bunların hepsi nasıl oldu: benim hatam mı, ya da alnıma yazılan kaderim mi böyle oldu, bunu bir tek Allah bilir. Suçumun ne olduğunu ben de bilmiyorum, hayatım boyunca kendi iradem dışında, isteğim dışında bir zulmün etkisinde gibiydim...”

Yolcu kendi hikâyesini çok öncelerden, çocukluğundan başlattı. Salimgerey misafirine, soran gözlerle daha özel bir şeyleri hatırlamaya çalışarak bakıyordu.

Bir ara kapı birazcık aralandı, arkasından kadın göründü ve bunların uzun bir sohbete dalacağını gördükten sonra kapıyı tekrar kapattı.



***



Boris’in gerçek adı Batır idi. Babası Şayken herkesce tanınan bilgili ve aynı zamanda yetkili bir memurdu. Kendisi yöneticilerden olmasına rağmen, ataları fakir olan bir soydan geldiği için zenginlerin eşiğinde mi yaşadı, yoksa fukaralığın eziyetini mi çok çekti, kendisinden sonraki neslinin cesur ve kahraman olmasını isteyip oğluna Batır adını vermişti.

Annesi Sakıp birazcık sert huylu biriydi, sakin konuşması bile kızıyormuş gibi bir etki bırakırdı. Onun geçtiği yerler gürültü patırtıyla dolu olur, kocasına karşı konuştuğu gibi çocuklarına da kızardı. ‘Anasının teptiği tayın eti acımaz’ dendiği gibi çocuklar da annelerinin bağırıp kızmasını çok kaale almazdı. Batır’dan başka, dört yaşında bir kız kardeş vardı. Ravşan sarışındı ve bu evin en nazlısıydı. Ravşan, insanın aklına gelemeyecek bir şeyleri uydurup evdekileri güldürür ve mesut ederdi. Ona kimse kızmaz, ne söylese, ne yapsa her şey kendisine yakışırdı.

Ocağın üzerinde her zaman hazır bir yemeğin bulunması bu evde bir gelenek halini almıştı. Annesigil iki günde bir misafir kabul eder, yetişemeyince de telaşa kapılırdı. Babası ve annesinin hayatına baktığında bu dünyaya misafir ağırlamak için gelmiş gibiydiler. “Evimizde ağırlayamadık”, “Yemeğe çağıramadık” diye tanımadıkları birilerine karşı kendilerini borçlu hissederlerdi.

Batır’ın babası yokluğu çok çekmiş, bu yüzden de misafir davet etmeyi tokluğun bir simgesi gibi görüyordu. Dolayısıyla misafir ağırlamanın rahatlığını mı yaşamak isterdi, bunu bir tek Allah bilir.

Ancak misafir geldiğinde aile gerçekten büyük bir mutluluk yaşar; şakalar, gülmeler ve sohbetlerden evin içi biraz daha aydınlık bir hal alırdı. Sofranın üzerinde yemek ve çeşitli meyveler daim olurdu. İçkiyi de sohbetlerle içmek adet haline geldi.

Sofrada her konu açılırdı. Şakaların da ardı kesilmezdi. Özellikle babasının akranı olan arkadaşı Erkin ile ikisinin şakalaşmaları oradakileri gülme krizine sokardı. Еrkin’e göre Batır’ın babasından daha kurnazı yok. Babasının sözlerine göre Erkin, Nasreddin Hoca’nın ta kendisiydi. Ara sıra ülkedeki sosyal konular üzerine konuşurlar ve memnuniyetsizliklerini dile getirirlerdi. Bu döneme yalakaların ve yalancıların, kendi çıkarlarını güdenlerin zamanı diyenler vardı. «Kölelik ruhu», «Klancılık, aşiretçilik» gibi çocuklar için anlaşılmayan kelimeler de sıkça ağza alınırdı. Аncak siyaset konusunu kimse açmazdı. Biraz fazla laflar edilirse de birilerinin kulağına gider korkusuyla; sıkılarak, “bırak bunları” diye birbirine akıl öğretmeler, ikazlar da olurdu.

Batır’ın evine bazen yüksek mevki sahibi olanlar da gelirdi. Onların sohbetleri çok farklı olurdu. Çoğunlukla birbirine karşı hissettikleri ilgi ve saygılarını ifade ederek neden birbirlerini bu kadar sevip saydıklarını, sanki biri ‘hayır öyle değil’ diyecekmiş gibi, insan ölünce söylenen sözleri söylerler. Kendilerinin isimleri de net söylenmiyor. Onlar Bake, Sake, Töke ve başkaları. Özellikle Sake veya Zake adlı biri, ekmek dağıtırcasına, övgü sözlerin bir sürüsünü söyleyip, herkesi farklı havalara sokar. Eğer kendinden yüksek mevkili biri olursa, ‘o adamdan daha iyi, daha bilge kimse yok’ gibi överdi. Onun konuşmasına herkes alışmıştı ve ‘yetti artık’ diyen kimse de yoktu. Ancak bazı arkadaşları: “Sake birini övdüğünde, merhum birini nasıl överse öyle över” şeklinde söylerlerdi.

Eylül ayında Batır’ın babasının doğum günü kutlandı. Çok misafir geldi. Babasının omzuna sayısızca hediye kaftan örtüldü. Çocuklar da hediyelerini aldı. Motiflerle süslü dombırayı misafirlerin biri Batır’ın eline verdi. Batır babasından dombıra öğreniyordu, bu hediyeye o kadar sevindi ki, ağzından söz çıkmadı, güldü durdu. Rauşan’a kendi boyu kadar kukla verdiklerinde o da sevinçten öyle bir çığlık attı ki, evdeki herkesi bu haline güldürdü.

Kuklayı hediye eden Galım abi çocukları çok severdi, Rauşan’ı dizlerinin üstüne oturtarak masal gibi bir şeyler anlatırken ikisi de kahkahalarla gülerek mest olurlardı. “Şaytan” sözcüğü söylenmiş olmalı ki, Rauşan anlamadığı için:

“Şaytan ne demek?” diye sordu.

“Şaytan mı? Şaytan...” diye Galım abi ne diyeceğini bilemedi, öylece şaşakaldı. Sonra: “Şaytan göze görünmez, görünse bile bazen başka bir şeye...” diye uygun bir dille anlatmaya çalıştı.

Rauşan o anda başka bir şeyden korkmuş gibiydi. Birkaç gün önce onu sivrisinek sokmuştu, Galım abisine dik dik bakarak:

“Şeytan sokmaz mı?” dedi aniden.

Onun bu sözüne evdekilerin hepsi tekrar güldüler.

Gece yarısına doğru misafirler dağıldı. Batır eğlenceli bir akşamın etkisi ve coşkusunu üzerinden atamadığı için hayli bir zaman uyuyamadı. Sonra bitkin düştükten sonra gözleri uykuya gitti. Gece yarısı seslerden uyandı. Duyduğu sesleri ayıramadı, uyanık halde biraz yattı. Sonra aniden annesinin ağladığını duyar gibi oldu. İçini bir ürperti sardı, yatağından nasıl kalktığını anlamadı.

Annesinin yanına geldiğinde gözüne, üzerinde açık kahverengi askeri kaftanıyla sırtı dönük duran esmer biri ilişti. Onun önünde ceketinin düğmesini düğmelemeye çalışan babası duruyordu. Kapının yanında ise asker kıyafetli biri var. Annesi, sanki babası bir şeyleri kabul etmiyormuş gibi saçları dağınık bir halde yalvararak bakıyor ve boğulurcasına ağlıyordu. Arada bir anlamsız bir şeyler söyleyerek tekrar ağlıyordu. Babasının yanında ayakta duran kişilerden hiç ses çıkmıyor. Bu olayla hiç bir ilgisi olmayan birileri sanki onlar... Hiçbir şey anlamasa da annesinin ağladığını gören Batır’ın kalbi güp güp atmaya başladı. Bir bakışta bu tabloda insanın korkacağı hiçbir şey yok gibiydi. Bu tabloda insanı korkutan hiçbir şey olmasa da çocuk kalbi bir felaketin başladığını babasının şaşkın yüz ifadesinden, annesinin boğulurcasına ağlamasından net olarak algıladı.

Şayken, dip odadan uykulu haliyle yanlarına gelen Batır’ı gördüğünde ne kadar sabırlı olmak istese de kendini tutamadı. Oğlunun yanına geldi ve sıkı sıkı kucaklayıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kendi sesinden kendisi korkmuş gibi aniden durup, nefes nefese kalarak hiçbir şey söyleyemeden sessizce iç çekti. Ondan sonra sırtını dönerek:

“Ağlama,” dedi eşine kekeleyerek, “Rauşan’ı uyandırırsın. Çocukları korkutmayalım.”

Babası çok geçmeden tekrar gelecek bir insan gibi hiçbir şey demeden çıkışa yöneldi. Kapı önünde duran askeri kıyafetli adam çok yüksek mevkideki bir insana hizmet etmiş gibi, babasına kapıyı açarak bekledi. En son çıkan uzun boyunlu tanımadık biri, kimseye dönüp bakmadan; “ben alışığım bu tür olaylara, benim için sizin kaygınız, gözyaşlarınız hiçbir şey ifade etmez” dercesine asık suratıyla ya da “ben hiçbir şey görmedim, sizleri de görmüyorum, hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey de söylemeyeceğim” şeklinde anlaşılacak bir yüz ifadesiyle sessizce çıktı gitti..

Onlar gittikten sonra annesi onu kucaklayarak hıçkırıklarla uzun uzun ağladı. Neden ağladığını bilmese de annesiyle birlikte Batır da ağladı.

Ancak annesinin de, kendisinin de neden ağladığını çok uzamadan anladı. Babası “halk düşmanı” suçuyla tutuklanmıştı.

Başa gelen hüsran öylesine büyüktü ki, bunu idrak etmeye, yorum yapmaya tabii ki çocuğun gücü yetmedi. Beklemediği bir anda buna benzer bir kötülük olursa neden aniden bir iyilik de olmasın gibi tatlı bir hayal peşini bırakmıyordu.

Musibetler bununla bitmedi. İki gün sonra onları dört odalı evlerinden çıkartarak barakaya benzer eski bir eve taşıdılar. Eski eve onlarla ahbaplık eden ve babasıyla aynı yerde çalışan dostlarından biri girdi. Annesi, bütün bu belaların müsebbibi saydığı aileye beddualar ediyordu.

Ancak belalar bununla bitmedi. Bir hafta sonra Batır’ın annesi de tutuklandı. Annesi giderken ağlayamadı bile. Nefesi tutulmuş, ‘ona haber ver, şuna söyle’ diye yakın bir iki arkadaşının adını fısıldadıktan sonra, hayıflanarak: “Bir tek Allah’a emanet ettim, bir tek Allah’a...” dedi.

Gerçek ızdırap ve kaygıyı Batır bundan sonra yaşadı. Korku adlı fırtına, el ve ayaklarını yere bile değdirmeden, onu bilmediği taraflara uçurmuş gibiydi. Karşı gelmeye, karşı durmaya gücü yok. Elinden ancak korkmak geliyor. Dört yaşındaki kız kardeşiyle birlikte çocuk şuurunun henüz anlayamadığı katı bir zamanın gündüzü ve gecesiyle, acımaz suratsız yönetimle, geleceği belirsiz bir yaşamla yüz yüze kaldı.

Kardeşi annesini arayarak hıçkırıklarla ağladığında Batır ne yapacağını bilemeden onunla birlikte ağlamıştı. Ne yapacağını bilemedi, kendisini yüksek bir uçurumun kenarında duruyormuş gibi gördü. Ne yapmalı, kız kardeşine bakmak ve kendisinin de yaşayabilmesi için bir şeyler yapması gerek. Bakkala gitmesi, yemek yapması gerek. Annesinin bıraktığı parayı tasarruflu olarak kullanması gerek. Bundan sonrası meçhul... Batır sonrasını düşünemedi. Kız kardeşi henüz bebek yaştaydı, ağlaya ağlaya uyuyakaldı. Batır ise sabah ağarana kadar hiç uyuyamadı.

Ertesi gün sabahleyin onların kaldığı barakaya bir kadın geldi. Kendisini daha önce görmüş gibi, ancak kim olduğunu tam olarak çıkartamadı.

“Ben, babanın arkadaşı Galım’ın komşusuyum,” dedi. “Sizlerin durumunu öğren diye beni gönderdi. Onlar gelemedi. Yarın ne olacağını bilemiyorlar, çok tedirginler.”

Kadın Batır’ı arka taraftaki pazara götürerek süt, ayran, tereyağı ve et almasına yardım etti. Sütü sabahleyin erken gelip alması gerektiğini, yoksa bitebileceğini söyledi. Yemeğin nasıl yapıldığını öğretti.

“Yavrum, bu ana kadar belki rahat bir hayat sürmüşsündür, artık çocukluğu bırakacaksın. Yemek yapmayı öğreneceksin, küçük kardeşine bakacaksın. Onun senden başka kimsesi yok. Allah yardımcınız olsun, yavrularım. Ben arada bir uğrarım,” dedi giderken.

İki gün sonra sabahleyin pazarda süt sırasında dururken yaşlıca bir kadın Batır’ın omuzlarına dokunarak ileride duran bir arabaya işaret ederek:

“Yavrum, seni o arabanın içindeki biri çağırıyor,” dedi.

Batır hiçbir şey anlamadan arabanın yanına yaklaştığında gri pardösülü, parlak kafalı bir adam onu arabanın içine aldı. Batır onu tanıdı, evlerine misafir olarak birçok defa gelip giden, üst düzey görevde çalışan Raha adlı biriydi. Onun gerçek ismini de, görevini de bilmiyordu. Herkes onun önünde eğilir ve ona hizmet ederdi.

Raha ona gözünün ucuyla bakarak:

“Evladım, durumunuzdan haberim var. Yardım etmeye çalıştım, ancak gücüm yetmedi. Şayken’in başına gelenler hepimizin başına gelebilir. Arabanın içinde gizli bir şekilde konuşmak zorunda kalmam da bundandır. Bunu harcarsınız..” diye avuç dolusu parayı Batır’ın eline tutuşturuverdi.

“Okula gidiyor musun?” dedi sonra ona dönerek.

“Hayır,” dedi Batır. “Küçük kardeşim yalnız kalamıyor, korkuyor.”

Raha: “Öyle mi,” dışında başka hiçbir şey diyemedi.

Dört-beş gün sonra eve başka bir kadın geldi. Anne babası olmayan çocukları yetimler yurduna yerleştirmesi gerekmiş. Onların isimlerini, doğum tarihlerini kaydetti. Birkaç gün geçtikten sonra aynı kadın Batır’ı bir daire başkanına götürdü. Müdür gür saçlı, bembeyaz geniş yüzlü bir kadınmış. Batır’ı gözüyle yokladıktan sonra:

“Kaçıncı sınıfta okuyorsun?” dedi.

“Altıncı sınıfta.”

“Yakın akrabaların var mı?”

Batır yakın akrabalarının kimler olduğunu anlamadan müdürün yüzüne baktı.

“Baban veya annenin akrabaları var mı?” dedi müdür; “olup olmaması benim için fark etmez” dercesine önündeki kâğıtları karıştırarak.

“Yok.”

Müdür aradığı kâğıdı bulduktan sonra kâğıda bakarak:

“Kız kardeşini yetimler yurduna göndereceğiz,” dedi. “Bakımsız kalan çocukların hepsini oraya gönderiyoruz.”

“Nereye?”

“Semey’e,” müdür kâğıttan başını kaldırarak sözlerinin nasıl bir etki yarattığını bilmek istercesine Batır’a baktı.

“Ya beni?” dedi, Batır korkuyla.

“Seni başka bir yatılı okula, ya da yetimler yurduna yerleştireceğiz.”

Batır bir şeyler söylemek istedi, ancak nefessiz kaldığını hissederek konuşamadı. Bu arada rengi attı, ne söylediğini kendisi de anlamadı:

“О yalnız nasıl gider? Bensiz nasıl...” dedi dili tutularak.

“Bir şey olmaz, bütün çocukları bu şekilde gönderiyoruz.”

Küçücük Rauşan’ın, nazlı kız kardeşinin yalnız gideceğini şimdi açıkça anlayan Batır, ne yapacağını bilemedi, etrafına bakındı ve aniden hıçkırıklarla ağlamaya başladı. İki eliyle önündeki masadan tutunduğunda kafasını nasıl vurduğunu bile anlayamadı. Yanında oturan kadın onu tuttu. Batır kendisini tutamadı, sesi de çıkmıyordu. Batır böylece tamamen sessizleştiğinde müdür de, kadın da ona korkuyla baktılar. Batır biraz zaman geçtikten sonra nefes alarak tekrar ağlamaya başladı.

“İkisi birlikte gönderilemez miydi?” dedi kadın, müdüre ağlamakta olan çocuğu gözüyle işaret ederek.

Müdür ellerini iki yana açarak:

“Yer yok,” dedi, yerin olmadığına kendisi de şaşırmış bir sesle. “Bu yeri bile zor buldum.”

Bu sözleri Batır duyamadı. Doyasıya ağladıktan sonra kendisini hafiflemiş olarak hissetti, böylece kendine gelmiş gibiydi.

“Onu tek başına gönderemeyiz,” dedi. “O çok korkak bir çocuktur. Yüreği ağzına gelir...” Batır sözlerini tamamlayamadan tekrar ağlamaya başladı.

“О zaman şu şekilde yapalım,” dedi müdür, biraz yumuşamış gibi. “Kız kardeşini başka çocuklarla birlikte göndeririz. Sonra peşinden yer bulunca seni de göndeririz. Şimdilik maalesef yer yok. Tamam mı?”

Batır hiçbir şey demedi. Müdür onun sessizliğini bu durumu kabul etti diye anlayarak:

“Gidin öyleyse,” dedi kadına bakarak.

Kız kardeşinden ayrılmak Batır için çok zor oldu. Hıçkırıklarla ağlayan Rauşan’ın yüzünde neden böyle olduğunu anlamayan suçsuz bebeğin korkusu okunuyordu.

Bir zamanlar sofrası dost yarenler için serilerek eğlenceli ve şamatalı günleri yaşayan, üst düzey memurlar arasında itibara sahip bir ailenin sonu bu şekilde oldu.

Bundan sonraki hayat, Batır için artık hiç umurunda olmadığı soğuk ve anlamsız bir zaman olarak göründü.

Günlerin birinde babasının dostu Galım’ın evine gidip yemek yiyip dönerken şehir kenarındaki park gibi bir yerde toplaşmış olan insanlara rastladı. Batır yaklaştığında onların arasında kendisinin tanıdığı insanlar olduğunu fark etti. Yüksek kürsüden birileri bağırarak konuşuyordu. Evlerine gelmiş olan yaşça büyük bir adam iki tarafından destekleyen iki gencin yardımıyla kürsüye çıkarak:

“Ülkemizde hainler çoğaldı. Çevremizi onlardan arındırmalıyız. Partimiz ve hükümetimizin yürüttüğü doğru siyaseti ben destekliyorum,” dedi ve ‘yapmam gereken görevden kurtuldum mu, kurtulmadım mı’ dercesine iki gencin ellerinden kendisi tutarak hemen hızlı adımlarla indi.

Kenarda duran iki kişi fısıltılı konuşmaktaydı.

“Geçendeki başka biriydi,” dedi bıyıklı olanı, sarışın şişmanca bir adamı işaret ederek.

“Geçen defa konuşma yapan esmer tutuklanmış,” dedi, yanındaki biraz daha genç ve beyaz tenli olanı.

“Yaa,” dedi bıyıklı olan şaşırarak. “NKVD ’nın de adamları tutuklanırmış meğer.”

“Neden tutuklanmasın? Onlar da insan değil mi?” dedi genç olanı, söyledikleri kendisine de tuhaf geldiği için güldü. Sonra etrafına “kimse duymamıştır inşallah” der gibi korkuyla bakındığında Batır’ı gördü ve onun daha çocuk olduğunu düşündü ve tekrar güldü.

İnsanlar sırayla kürsüye çıkıyordu. Konuşmaları birbirine benziyordu, ancak birileri yüksek sesle bağırmakta, diğerleri kısık yahut orta sesle konuşmaktaydı. Birileri şiir okumuş, diğerleri de alkışlamıştı.

Orada olanların aslı astarına hiç kimse anlam vermemişti. Herkes kendi selametine sevinircesine neşeli bir halde birbiriyle endişesiz olarak sohbet etmekteydi.

Batır’ı “azap ve kaygının tümünü yaşadım, bundan fazla beni mutsuz etmek mümkün değildir” gibi bir düşünce sarmıştı. Ancak mutsuzluk ve keder hep onun yanındaydı. Semey yolculuğu sırasında soğuk algınlığına yakalanıp, hasta olan küçük kız kardeşi Rauşan’ın öldüğü haberini duyduğunda Batır kendinden geçti. Delirmiş hareketlerde bulunarak ve gereksiz konuşmalar yaparak yersiz biçimde gülmeye başladığını duyan Galım onu hastaneye yatırdı. Batır bir ay sonra tekrar kendine geldi. Ancak başka biri gibiydi. Yaptığı konuşmalarında, karakterinde, bakışında bir yabancılık vardı.

Kış ortasında Batır’ı Semey’deki yatılı okula gönderdiler. Halk düşmanlarının çocukları Almatı’da kalamazlarmış. Batır kendisini Semey değil, yurtdışına göndereceklerse de hiç kızmayacaktı. Çünkü artık hiç bir şey umurunda değildi.

Ağrıyı hissetmemek için ağrı kesici iğne alan bir adam gibi içindeki yangını kendisi uzaklardan görüyormuşçasına bir hisse kapıldı; gam ve kaygıya teslim olursa sağ kalıp kalmayacağı belli değildi.

Halk düşmanının çocuklarına karşı oluşan bakış açısını görmemek ve duymamak mümkün değildi. Batırlar, kapıları iyi kapanmayan, pencerelerinden yeller esen, nemli duvarları olan eski odalarda kalıyordu. Hatta yatakları bile eski püskü bir şeydi. Yemeklerini de ayrı masalarda yerlerdi. Bayram günlerinde veya üst düzey yetkililer geldiğinde onları karşılama sırasına almazlardı. Yerleri temizlemek, odun ve su taşımak gibi ağır işlerin tümü onların üzerindeydi.

En önemlisi ise bundan dolayı onlara acıyan, onları düşünen kimse yoktu, tersine yaptıkları azmış gibi düşünürlerdi.

Okulda farklı farklı çocuklar okurdu. Aralarında çok yaramaz olanlar da vardı. Onlardan öğretmenler bile şikâyetçiydi. Özellikle 9.sınıfta okuyan uzun boylu, zayıf, fakat elleri kürek gibi Esentay, öğrenci değil de bir koca bir adam gibiydi. Teneffüslerde tuvalete gidip hep sigara içerdi. Organize örgütlerle ilişkisinin olduğu yönünde söylentiler vardı.

Fakat çocukları ezen kendisi değildi, sürekli birileriyle sataşan, yaşları büyükçe olan ufak tefek yaramaz çocuklar vardı. İşte bunlar birilerini küçük düşürmekten, zorlamaktan, ağlatmaktan ayrı bir zevk alır gibiydi. Kim daha sert olursa, onun itibarı daha fazlaydı.

Bunların hepsi aydın bir ailede yetişmiş olan Batır’a ağır geldi. Dünya görüşü ve yetişme tarzıyla başka bir dünyadanmış gibiydi. Bu ortamın kurallarını kabul ederek onların adamı olmak ne kadar zor olduysa, yabancı kalmak da bir o kadar zordu.

Bir defasında üst sınıflarda okuyan Şaken adlı sarışın bir çocuk koridorda sebepsiz yere ensesine vurmuştu. Hiçbir sebep yok, vurmak istedi vurdu, o kadar. Ona gücü yetmeyeceğini bilen Batır da hiçbir şey diyemedi, sessiz kaldı. Fakat gece boyunca küçük düşürüldüğünden ağlayıp uyuyamadı. Tepesi atmış bir adama benzeyen yaramazın teki de onun elindeki ekmeği kaparak midesine indirmiş ve dönüp bakmadan gitmişti. Batır karşı gelecek cesaretin kendisinde olmadığını biliyordu.

Sabrın da sonu olur. Bin günde kırılmayan şişe mutlak bir gün kırılır.

1 Mayıs bayramında okulun uzun koridorunda konser organize edildi. Batır’la yurtta aynı odada kalan Sabit, ona kenar tarafından yer ayırmıştı. Sahnede nelerin olup bittiğini seyredecek bir imkân bulduğuna sevinen Batır’ın neşesi yerine gelmişti. Batır sol tarafında oturan kızın Şarbat olduğunu fark edince çok utandı, terleyerek neşesini kaçırdı. Şarbat 6.A sınıfında okuyan şarkıcı kızların en güzeliydi. Biraz soğuk algınlığına yakalandığı için sesi gitmiş, bu yüzden de konserde şarkı söyleyememiş. Neşeli, dışa dönük bir kızdı Şarbat… Batır’la uzun zamandan beri tanışan biri gibi hiç çekinmeden sohbet ediyordu.

Konserin orta kısmında dışarıdan yaşça daha büyük iki çocuk girdi. Biri sarışın olan Şaken. Üzerindeki kıyafeti açık saçık, şişinmiş ve arkaya yaslanarak yürümesiyle övünen bir tip olduğu belliydi. Boş yer arayıp biraz durduktan sonra yakında oturan Batır’ı görüp:

“Hey, çocuk kalk! Büyüklere yer vermek gerek,” dedi, onun omuzlarına parmağını batırarak.

Batır duymamış gibi oturmaya devam etti.

“Hey, kime diyorum ben?” diye Şaken, onu yeninden çekti.

İşin ciddi bir hal alacağını hisseden Sabit, yerinden kalktı.

“Hayır, ben onun yerine oturacağım,” dedi Şaken şimdi Batır’a iyice sokularak.

Batır onun yüzüne sessizce baktı ve:

“Ben kendi yerimdeyim,” dedi, sakin bir ses tonuyla.

“Bak sen, ben sana ne dedim? Yoksa sağır mısın? Ha?” Şaken eğilerek cevap bekleyen biri gibi başını eğdi.

“Duydum, ama kalkmak istemiyorum,” Batır da o anda inada bindi.

Sabit Batır’ı böğründen itti:

“Bırak, gidelim.”

“Gitmeyeceğim,” dedi Batır. Bir yandan da ‘gitsem mi’ diye de düşünmüştü, fakat bu ahlaksızlar zorbalık göstermeye başlayıp anlaşma yolunu tıkamışlardı.

Şaken yanındaki parlak esmere bakarak:

“Ne diyor bu?” dedi Batır’a başıyla işaret ederek.

“Bu çocuğun işi bitti artık.”

“Kalkacak mısın, kalkmayacak mısın? Son defa soruyorum.” Şaken, ‘bu sefer ciddiyim’ der gibiydi.

Batır cevap vermedi.

Şaken bu sefer çok kızdı, Batır’ı ensesinden kaptığı gibi sürükleyerek kenara itip öyle sert vurdu ki, oturanlar bunlara şaşkınlıkla baktılar. “Ne yapıyorsunuz?”, “Durun” sesleri duyuldu.

Beni de böyle kaldıracak diye korkan Sabit de yerinden fırladı.

Sinirden kıpkırmızı kesilen Batır yere yığıldı ve yığıldığı yerden güç almış gibi hızlıca ayağa kalktı, yerine oturmaya başlayan haylazın yakasına yapıştı. Kendisinden güçlü olan haydut çocuktan hiç korkmamış olmasına kendisi de şaşırmıştı. Sinirin insana ne kadar güç ve kuvvet verdiğini önceleri bilmezdi. Batır, bir taraflardan destek gelmiş gibi artık her şeyi yapmakta serbest olduğunu ve hiçbir şeyden sorumlu olmayacağını hissetti.

Şaken kendisinden ufak bir çocuktan böyle tepkiyi beklemiyor gibiydi:

“Hey, hey,” demeye başladı kendisini savunmaya alarak. “Allah kahretsin, ölmek mi istiyorsun?” dedi ve yerinden kalkıp Batır’ı iterek onu mahvetmek istercesine kenardaki kapıdan dışarıya çıkardı. “Gününü göstereceğim, it oğlu it...”

Onun attığı yumruktan Batır yine yere serildi. Şaken sinirli bir halde Batır’a vurmaya devam etti, karnı tarafından iki defa ayaklarıyla tepti.

Şaken artık işi bitti diye içeriye dönerken sırtına yeniden yapışan Batır’ı görünce şaşırdı. Batır onun bu şaşkınlığından yararlanarak yüzüne birkaç defa tokat attı.

Tokat yiyen deli dolu haydut:

“Ananın ağzına...” diye tekrar hücum etti. Batır’ı kaldırdı ve çamurun ortasına vurarak serdi, boğazına yapışarak: “Yeter mi?” dedi bağırdı. “Tamam mı?..”

“Öldüreceğim,” dedi Batır hırlayarak. Sinirinden güç toplamış olan Batır, vücudundaki bazı yerlerin ağrısını bile hissetmedi. Şaken’in altındayken nasıl olduğunu kendisi de anlamadan ayağıyla kafasına vurdu.

“Ananın ağzına...” Şaken daha fazla sinirlenerek altındaki çocuğu tokatlamaya başladı.

Batır da vazgeçmeyecek gibi. Bir gözü şişerek kapanmış. Ağzında sıcak kanın tadı var.

Şaken vura vura yorulmuş bir adam gibi yerinden kalkarak iki üç adım gerileyerek ölü veya diri olduğunu öğrenmek istiyormuş gibi ellerini beline dayayıp Batır’a bakakaldı. Batır yerinden kalktı ve yerden eline geçen yumruk kadar bir taşı alıp atıverdi. Şaken’i Allah korudu, taş ona değil, okulun camına isabet etti.

O anda Şaken gerçekten korktu. Batır’ı öldürmezse durmayacak gibi.

“Deli bu ya! Öldürtecek misin kendini?” Şaken yine bir şeyle vuracak diye Batır’ın iki eline yapıştı. “Tamam be, yeter artık!” Sesi yalvarır gibi çıkıyordu. Aniden hıçkırıklarla geri çekildi. “Şerefsizin teki, elimi ısırdı,” dedi herkese ellerini göstererek. Şaken bu çocuğun birinin ölüp, diğerinin sağ kaldığı kuralsız kavgaya karar verdiğini hissedip yumuşamaya başladı.

“Yetti, yetti artık, hadi barışalım. Tamam mı?”

Batır onun sözlerini duymadı. “Öldüreceğim” diye sesi kısılarak tek gözüyle dik dik baktı. Kendisine bir şey söylemek için yaklaşmaya başlayan Şaken’in burnuna kafasıyla vurduğunda onun “A-aa” diyen sesi çıktı. Şaken’in burnundan kan akmaya başladı. Batır tekrar yakasına yapıştı.

Şaken şimdi yalvarmaya başladı:

“Gözünü seveyim, yeter artık, tamam. Bak benim burnumdan kan bile aktı. Ben bırakıyorum.” Sonra yanındaki parlak esmere bakarak: “Tut bunu, Allah aşkına,” dedi.

Parlak esmer araya girerek yatıştırmaya çalıştı.

“Bırak şimdi. Kavga bitsin artık. Adın ne senin?”

“Batır,” dedi Sabit.

“Kendin de batırmışsın. Bırak artık kavgayı. Şimdi öğretmenler öğrenirse ikiniz de görürsünüz gününüzü.”

Bu arada Şaken kayboldu. “Kaçtı”, dedi Sabit fısıldayarak.

Kavga edecek biri olmadığı için Batır da sakinleşti.

Ertesi gün pencereyi kıranı aramaya başlayan öğretmenler herkesi sorgu sual ediyordu. Fakat kimse üstlenmemişti. “Gece sarhoş birileri geziyordu, belki onlardır” diye çocukların biri sorgulamayı ters yöne çevirdi.

O günden itibaren Batır’ın tamamen yeni bir hayatı başlamış oldu. Öfke adlı bir arkadaş edindi. Öfkesini serbest bıraktığında hiçbir şeyden korkmayan, sonrasının ne olacağını düşünmeyen ölümüne giden birine dönüşürdü. Artık yaramaz çocuklar ondan korkmaya başlamıştı.

Her gününü kavgayla geçiren, kendine yabancılaşan ve amaçsız bir hayat yaşayan Batır, altıncı sınıfı nasıl bitirdiğini anlamamıştı.

Yedinci sınıfta okurken boyu uzamış, ergen çocukların arasına katılmıştı. Grup grup yapılan kavgalara da karışırdı. Parayla kâğıt oynayanlardan oldu. Sigara içmeye başladı. Okulda birkaç defa kayıtlarını silmek istediler. Fakat bazı sebeplerle bu karar rafa kaldırıldı. Kısacası Batır şehrin gerçek bozguncu yaramaz çocuğuna dönüştü.

Bu şekildeki hayatın sonunun iyi olmayacağı belliydi. Şehrin haydut ve hırsızlarıyla olan kavgada onların atamanı Esentay öldürüldü. Kavgaya katılanlar sorgulamaya çekilerek okuldan atılacaktı. Ancak birileri onları tekrar okulda bıraktırdı. Aradan çok geçmeden gazetede makale yayınlandı, onların işi tekrar incelendi. Bu sefer de bu işin neyle sonuçlandığını kimse bilemedi. Bitmez kavga, fısıltı, hayat böyle sürdü geçti.

Batır okuldan gideceğine hiç kaygılanmadı. Çünkü o ana kadar başından geçirdikleriyle kıyaslanınca bu hiçbir şeydi. İkinci olarak karşılaştığı zorluklarla baş etmek, meseleleri kavgayla halletmek hoşuna da gitmiyor değildi.

Bir ara rüyasında babasını gördü. Küçüktü. Ahşap köprü gibi uzunca bir şeyin üzerinden zar zor yürüyordu. Tahtaların aralıklarından derin bir uçurum görünüyordu. Düşeceğim korkusuyla etrafına bakındığında kendisinden çok uzakta olmayan bir yerde aşağıya bakan haliyle tahtaların arasında adımlayarak giden babasını gördü. “Baba!” diye can havliyle bağırdı. Fakat babası ona dönüp bakmadı bile. Uzadıkça uzuyordu. Batır canından beter sevdiği babasının neden ona bakmadığını anlamadan donakalmıştı... Uyandığında ağlıyordu.

Gördüğü rüyanın hayal mi, gerçek mi olduğunu anlamayan bir halde uzun uzun yattı.

Kendisinin iki farklı adam olduğunu anladı. Tek başına kaldığında yüreği kan ağlayan biri, başkalarının gözünde hiçbir şeyden korkmayan yaramaz biri.

Batır’ın bir tek savunması var, o da derslere karşı duyduğu ilgi ve zeki oluşuydu. Gerçekten zeki olduğunu öğretmenler de biliyordu. Edebiyat dersine giren ve aynı zamanda sınıf öğretmeni olan Ağıbay ona bazen yakınlık gösteriyordu. Ağıbay, Batır’ın babası Şayken’in bir zamanlar öğretmeni olduğunu anlatırdı.

Bir gün Ağıbay, Sabit ile Batır’ın dersten sonra sınıfta kalmalarını istedi. Ağıbay çatık kaşlı, gözleri çarpık, kıvırcık saçlı ve hep yorgun gezen sarışın bir adamdı. Birine kızmış gibi iki gözü iki yöne bakan düşünceli bir halde:

“Nasılsınız?” dedi önünde oturan iki çocuğu yeni görüyor gibi.

“Fena değil,” dedi Batır ne demek istediğini anlamadan.

“Şöyle bir konu hâsıl oldu.” Ağıbay çocuklara dik bakarken sandalyede doğruldu. “Sizler artık yetişkin çocuklarsınız. Ne düşünüyorsunuz? Bu şekilde halk düşmanının çocuğu adıyla herkes tarafından hor görülmeye devam etmeyi mi düşünüyorsunuz? Ya da herkes gibi olmak mı istersiniz? Sizler yarın okuldan mezun olunca üniversiteyi kazanamazsınız. O zaman hayatınız boyunca vasıfsız biri olarak yaşayacaksınız. Şimdi aklı olan çocuklar soyadlarını değiştiriyorlar. Her hâlükârda babalarınızın kaderi sizlerin bahtınızı kapatmamalı. Hatta onlar da olsaydı sizlere bu aklı vermiş olurdu. Çünkü onların da istediği sizlerin parlak geleceğe sahip olmanızdır. Bence bunu iyice bir düşünün. Benim için farkeden bir şey yok. Her şey sizin için, karar verirseniz kalan işi biz hallederiz.”

Аğıbay giderken onlara kötülük düşünmediğini, birinin babasına ders verdiğini, birinin kendisine akraba olduğunu sesini alçaltarak fısıldar gibi söyledi. Sabit’in öğretmene akraba olduğunu Batır o zaman anladı.

Okul müdürü, fikir ve görüşleriyle göze girmeye çalışan biriydi, kendisinin yönettiği okulun hükümet ve parti siyasetini nasıl desteklediğini göstermek için toplantı ardından toplantı düzenlerdi. Bir toplantıya gazeteciler de katıldı. Halk düşmanı olarak hapse giren babalarından vazgeçerek yeni hayat sayfasını açmak isteyen ve komünistlerin görüşlerine sadık olan çocukları başkalarına örnek gösterme töreni yapıldı.

Öğretmenlerin sıkıştırmasıyla soyadlarını değiştirmeye karar veren birkaç çocuk ezberledikleri sözleri hiç dilleri sürçmeden bir nefeste söylediler. Onların şimdi piyoner toplantısına delege olarak seçilmeye, piyoner kampına gitmeye, komsomol olma hakları da varmış. Ancak Sabit sözlerini söyledikten sonra hüngür hüngür ağlayıp törene gölge düşürmüş gibiydi.

Аğıbay toplantı sırasında Batır’ın yanına iki defa geldi. “Sen bir daha düşünsen ne olur,” dedi o fısıldayarak. “Kendi geleceğini baltalıyorsun... En azından okulda kalırdın. Başka çaren yok...”

Batır aşağıya baktı ve sessizce kafasını salladı. Ağzını açarsa Sabit gibi hüngür hüngür ağlayacağını hissetti.



Bundan sonra Batır’ın okuldaki durumu daha da ağırlaştı. Müdürün önünde yakışıksız durumda bıraktın diye ona Ağıbay kızdı. Okul müdürü de birilerinin önünde uygunsuz durumda kalmış gibi. (Kim bilir, biraz önceki “biri” de başka birinin önünde zorlanmıştır.)

En önemlisi, gazetede yayınlanan makalede soyadını değiştirmek istemeyen sadece bir çocuk oldu diye Batır’ın adı ve soyadı yazılmış. Kim olduğu belli olmayan, üst düzey yöneticilerin biri: “Halk düşmanlarının etkisinde kalmak isteyen, eğitilemeyen bu çocukları piyoner sıralarından da, okuldan da atmak gerekir” demişlermiş.

Batır tutuklanacak olan biri gibi, kimseyle konuşamadan tek başına kaldı. Ona başka çocuklar da yaklaşmamaya çalışıyor. Öğretmenler ters ters bakıyordu; başımıza bela aramayalım diye korkuyor gibiydiler.

Bu şekilde hayat sürüp giderken Batır’ı arayıp yurda Almatı’dan Galım ağabeyi geldi. İş gezisiyle gelmiş. Batır’ı burada oturan bir tanıdığının evine götürdü. Yemek yiyip, havadan sudan bahsettikten sonra ev sahipleri onları rahat rahat konuşsunlar diye yalnız bıraktılar. Galım ve Batır tek kaldılar. Galım bir şeyleri dile getirmek istiyormuş gibi yerinde kıpırdandı. Sonra aniden ağlamaya başlayınca da Batır’ı çok korkuttu. Galım biraz sonra cebinden mendilini çıkarıp gözyaşlarını sildi, neden ağladığını hatırlamak istercesine biraz düşündükten sonra:

“Yavrum, Şayken baban artık bizleri yalnız bırakacak,” dedi sesi hırıldayarak. “İnfaz cezasının uygulandığı haberini aldık.” Galım kendi haberinden kendisi korkmuş gibi mendiliyle yüzünü kapatarak sessiz kaldı. Ondan sonra Batır’ı bağrına basarak kucaklayıp tekrar hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Batır kalbi sıkışıp, ağlayamadı, bir şeyler boğuyor gibiydi, köpek yavrusunun çıkardığı sese benzer bir sesle başını salladı. Onu babasının ölümü etkilemekle birlikte karşısında oturan yetişkin bir adamın bu kadar için için ağlamasıydı. Galım ağlamayı bıraktığında Batır ağlamaya başladı. Hayatı boyunca gördüğü hor görülme ve azap, keder gözyaşlarıyla birlikte dökülürcesine uzun uzun ağladı. Galım da onu sakinleştirmedi. İçindeki acıyı dökmesini istedi.

Batır biraz sonra ağlamayı bıraktı. Olanları tam olarak idrak etmeye gücü yetmedi. Birçok şeyi birden düşünmeye başladı, sanki ne olacaksa o oluyordu. Bir ara hâlâ hayatta olduğuna şükretmesi icap ettiğini düşündü.

Galım ona bir şeyleri söyleyerek avutmaktaydı, babasından başka insanların da infaz edildiğini ve bununla durmayacaklarını, bunun halkın başına gelen bir musibet olduğunu, bunların evinde misafir olan Bake, Sake ve Zakelerin hepsinin infaz edildiğini anlattı. Raha da tutuklanacağını anladıktan sonra evinde kendini asmış.

Batır bu haberlere inanmamış ya da anlamamış gibi Galım’a gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüyle şaşkınlıkla bakakalmıştı. Bütün halkı ağlatan kanlı ortadan kaldırma operasyonunun kimseyi sağ bırakmayacağını, önünde oturan babasının dostuna da, hatta kendisine de er geç geleceğini düşünerek Galım’a bakıyordu, ama kendisi çok uzakta, çok farklı bir yerdeydi.

Аncak infaz edilen sadece benim babam değilmiş diye düşünürken, korku ve tedirginliği az da olsa azalmış gibiydi.

Galım o gün Batır’ı yatılı okula göndermedi, tanıdığının evinde geceletti. Konuşarak durumunu öğrendi. Ertesi gün müdüre gidip Batır’ın eğitim yılını bitirmesi için izin aldıktan sonra bir çözüm bulmayı taahhüt etti.

Babasının ölüm haberini Batır tam olarak idrak edememiş ve kabullenememişti. Yarın ne olacağını kestiremedi, hayattan vazgeçmiş gibi içine kapandı. Can evinden vuran bu kara düşünceden sonra anladığı da bu dünyanın yalan olduğuydu. Bu düşüncesi insanlık için bir yenilik olmamakla birlikte Batır için yeni bir duyguydu. Her şey boşunaydı. Eğitim, okumak, herkes gibi olmak, yalan hayaller, yalan amaçlar uğruna hayatını sarf etmek neye gerek? Eskiden evlerine misafir olarak gelen büyüklerin hepsi tanınan adamlardı: biri bilim adamı, biri yazar, biri müdür. Hepsi aynı ölümle karşılaştı. İnfaz edilecek olanın profesör veya cahil olup olmaması neyi değiştirir ki?

‘Okuldan atılırım’ şeklindeki kaygılanmaları da ne kadar ahmaklıkmış meğer. Okulun ne gereği var? Eninde sonunda ölürsün. Kız kardeşin de, baban da öldü. Onlardan daha mı iyisin? Batır bu ortadan kaldırma operasyonundan annesinin de sağ çıkacağına inanmadı. Kendisini de geçici olarak yaşadığını düşündü.

Bu düşünceler onu ne kadar ezdiyse de hiçbir çarenin olmadığı bir yolun sonunda bile kendince bir çıkar yol bulmuştu. Şimdi bu hayattan hiçbir şey istemediğine karar verdi ve bu kararının kendisi için en doğru karar olduğunu düşündü. Bu düşünce, o ana kadar boşu boşuna taşıdığı bir yükten onu kurtarmış gibi oldu. Boyuna sırtındaki yükle dolaşan çocuk artık ondan kurtulmuş gibi rahatladı.

Eğitim yılının sonunda memleketten üzerinde kadife kahverengi kaftan, başında börk, ayağında mesi ve galoş giymiş olan geçen asrın insanı gibi kısık gözlü esmer bir ihtiyar geldi. Babasının amcası Kasen imiş. Önce müdürün yanına girdi, sonra Batır’a geldi. “Batır hanginiz? Burada Batır var mı?” diye sınıfın içine büyük bir gürültüyle girdi. Batır’ı gördüğünde sesi titreyerek kucağını açıp hüngür hüngür ağlamaya başladı:

“Çınar ağacım devrildi, yavru-um! Soyumdan senden başka kimse kalmadı, yavrum! Yalnızım! Yalnızlığı arkadaş edinmiş bizim gibi zavallılar var mı ki?..”

Bu sırada sınıfa giren öğretmen ihtiyarı sakinleştirdi:

“Аksakal, ağlamayın, sınıfın içinde ders yapılmakta. Çocuğu alın, dışarıda görüşün. Hadi, hadi...”

Dışarıya çıktıktan sonra ihtiyar “yalnızım” diye tekrar ağladı. Onun “yalnızım” demesini Batır sonra anladı. Onlar bir soydan kalan iki haneymiş. Kasen’in erkek evladı yok. Şayken’den kalan Batır ise bu ailenin son erkek evladıymış.

Görüştükten sonra ihtiyar söyleyeceklerini dedi. Haber veren Galım’mış. “Batır zor durumda, halk düşmanının oğlu diye ona gününü yaşatmıyorlar, memlekete götürmek gerek” demiş. Kısacası yarından tezi yok, gitmeliler.

O gün Ağıbay’ın yardımıyla yedinci sınıfı bitirdiğine dair bir belge aldıktan sonra ertesi gün trenle memlekete gittiler. Önce il merkezine geldiler, sonra şehircilerle birlikte ilçe merkezinde geceledikten sonra iki hafta yol yürüyüp Akşokı’ya zar zor ulaştılar.

Batır kendisinin burada doğduğunu, üç yaşında memleketten taşındıklarını anne babasından duymakla birlikte hiçbir şey hatırlamamış gibiydi. Yine de anne babasının anlattıklarından, ya da kendisinin kurgulamaları mı, çocukluk döneminden bir şeyler mi kaldı, kenarında servi ağaçlarının yetiştiği, parlak nehri, aydın gölü, yükselti halindeki tepecikleri, pelinli bozkırları daha önce görmüş gibi. Bu doğa, bu çevre onun kaygı ve ıstırabını hafifletmiş gibi.

Kasen’e “dede” diyecek oldu. Çünkü ihtiyarın kendisi “Ben Şayken’in babasıyla akranım, sana dede olurum” dedi.

Dedesi çok fakir biriydi. Biricik ineğini güderek yaz boyunca ıssız bozkırlarda tek hane olarak yaşardı. Bu sene Jalgız Tübek adlı yerde yaşıyorlarmış. Dedesinin evinin yanındaki kalın söğüt ağaçlarının yetiştiği nehrin kenarı da Batır’ın gözüne kalın orman olarak görünmüştü.

Kasen ihtiyar inekleri bir kırda, nehir kenarında otlatarak, akşama doğru başka hayvanlarla birlikte gönderir, bazen de kendisi getirirdi. Eve doğru yaklaşır yaklaşmaz karısına “susadık, kımızını hazırla” diye seslenirdi.

Karısı:

“Bir de uzaktan bağırıyor,” diye onun bu hareketini beğenmediğini belli ederek içeceğini hazır eder.

Dedesi ile ninesi çok konuşmaz, akşam yemeğinde ikisinin küp şekeri ısırma ve sıcak çayı içme sesleri duyulur. Batır ise yeni ortama henüz tam alışamadığından sessizliğini korudu.

Bir gece aniden uyanmıştı. Alnından okşayarak seven büyükbabasıymış. Batır uyanmamış gibi kıpırdamadı. İçinden ağlamak istedi.

Gündüz serbest zamanı olan Batır, evin yanındaki nehre kadar gidip orman halini alan söğüt ağaçları sırasını gezerken yeni bir ülkeye gelen seyyah gibi her şeyi büyük bir ilgiyle inceleyerek akşama kadar gezdi.

Bir sabah dedesine:

“İneğe ben gideyim, siz evde kalın,” demişti.

İhtiyar gülümseyerek “Dedesinin yardımcısı” diye geçen defa gece olduğu gibi Batır’ı sevdi.

Ata binmeyi çabuk öğrendi. Issız yerlerde nehir kenarında hayaller kurarak gezmeyi sevmiş gibi. Bir gün kıra doğru giden inekleri serbest bıraktıktan sonra nehir kenarıyla güneye doğru gitti. Dedesi: “Akşam dönüşü dışında, inekleri serbest bırak, istedikleri kadar otlansınlar” demişti.

Güneş doğduğunda parlayan, bulutların ardına saklandığında rengi koyulaşan, iki tarafında söğüt ağaçları yetişen nehrin çevresine kimse ayak basmamış gibiydi. Çevredeki her şey bakir haldeydi. Ancak önüne çıkan incecik bir patika buralarda yaşam belirtisinin olduğunu gösteriyor. Bunları seyrederek yürüyen Batır önüne dümdüz sıralı evleri olan bir köy çıktığında çok şaşırdı. Biraz sonra köyde ne hayvanların, ne de insanların olmadığını fark etti. Yaklaşınca da köydeki evlerde kimselerin yaşamadığını, terk edilmiş bir köy olduğunu gördü.

Batır mezarları ziyaret ediyormuş gibi bir korkuya kapılsa da, bir evden ilginç bir şeyler belki bulunur diye köyü baştan sona kadar gezdi. Ancak duvarları sağlam, tavanları düşmüş, kapı ve pencereleri olmayan boş kalan evler dışında hiçbir şey yoktu.

Akşam eve geldiğinde dedesine gördüklerini anlattı. Dedesi de “Ne yapacaksın orayı, bir daha gitme oraya, hiç lüzumu yok” dışında bir şey demedi. Ertesi gün ninesi iğ eğirirken “Orası eskiden üretim birliği kurulurken yapılmış bir köydü. 1931-32 yıllarındaki açlıkta köy insanları öldü, sağ kurtulanlar ilçe merkezine yaya giderken yolda kırıldı. O zamandan beri boş duruyor. Deden bunları anlatmadıysa da, gitme oraya. Uğursuz bir yer” demişti. Ondan sonra söylesem mi, söylemesem mi diye biraz tereddüt ettikten sonra “Evlerin içinde gömülü olan insan cesetleri var” dedi.

Batır uzaklara gitmeyi ve çevreyi inceleme işini azaltmaya başladı. Çünkü buranın bir yerini araştırmaya başladığında insanların ölüm haberini veren yeni bir olay ortaya çıkacak gibi göründü.

Sonbaharda okullar açılırken dedesi Batır’ı kolhoz merkezi Akşokı’daki okula getirdi. Okul müdürü Kabış Ahmetov Batır’ı yatılı okula almaya olumlu yaklaşmadı.

Ancak ihtiyar Kasen konuşmayı başka yöne çevirdi:

“Evladım, sen öyle diyemezsin. Aslında sen buralara damat olursun. İkinci olarak annen Aksarı Kauenlerden, biz ise Daueniz. Kauen ve Daueni insanlar ayırmazsa, Tanrı hiç ayırmamıştır. Ne demek bu? Batır benim çocuğum. Issız bozkırlarda yaz kış inek güden fakir fukara benim çocuğumu yatılı okula almazsın da kimi alacaksın?..

Kabış bu durumu kabul etmedi:

“Kaseke, siz de beni anlayın, öğrenci çok, yer az. Buradaki akrabalarınızın evine yerleştiremez misiniz?”

“Sen bu sözlerini bırak evladım,” dedi Kasen gizli bir şeyler söyleyecek biri gibi Kabış’a yaklaşarak. “Daha dün Tasmeşin’de senin baban Ahmet’i ecelden kurtaran bendim. Ayrıca senin baban benim yeğenim olur. Nereye kaçsan da kurtulamazsın. Soy sopumuzla karşılıklı olan saygı ve hürmeti sen bozacak mısın? Maskaralık bu!..”

‘Konuşmaya devam edersem, daha da yakın akraba olurum ve maskara olurum’ diyecek gibi olan Kabış gülümseyerek:

“Peki, aksakal, alayım. Ancak sizin için. Bizim de canımız var, bu çocuğun geçmişini öğrendik. Bu yüzden söylüyorum,” diye sözünün sonunu uzlaşma ile bitirdi.

Batır yatılı okulda Karagul adlı yaşça büyük bir çocukla beraber kaldı. İkisi çok çabuk anlaştılar, birlikte gezmeye başladılar. Karagul ondan iki üç yaş büyük. İri vücutlu, delikanlı biri. Şakacı, gerçeğini ve şakasını ayırmak zor.. Sadece kızlar hakkında konuşur. Rüyasında da kızlardan başka hiçbir şey görmez gibi. Söylediklerine göre erkekliğin tadını bile almış.

Okul başladıktan sonra Karagul gözüne yedinci sınıfta okuyan Suluşaş’ı kestirmişti. Köye başka kolhozdan geçiş yaptıran ziraatçı Sabırhan’ın kızkardeşiydi.

Suluşaş güzel bir kız. Beyaz tenli, boylu poslu ve dimdik yürüyordu. Kendisi ayrıca şarkıcıydı, dersleri de pekiyiydi. Endamı, kıyafetleri köy kızınınki gibi değildi, farklıydı. Onu beğenmemek elde değildi. Karagul herkesten önce onunla nişanlanmış gibi olunca rekabet etmeyi aklından bile geçirmemişti Batır.

Okul on yıllık eğitim verme derecesini ancak bu sene kazandı. Bundan dolayı ilçeden yeni öğretmenler geldi. Onların arasındaki ikisi, öğretmen okulundan yeni mezun olan gençler.

Оkap adlı yüzü buruşuk, uzun boylu genç adam müzik kursunu açtı. Orta boylu tıknazca gelen Tügelbay ise çocukları spora çekerek bu civarda daha önce görülmemiş spor kursunu açtı.

Müzik kursunun hazırlığı sırasında çocuklar salona sığmaz oldular. Çoğunun görmek istediği Suluşaş’ın şarkı söylemesiydi. Suluşaş’a bakan biri onu çok güzel bulmazdı. Ancak konuşmaya ve gülmeye başlayınca, yani kımıldamaya başlayınca yüz ifadesi çok farklı bir şekil alırdı. İnsana şaşkın bir ifadeyle bakınca parlayan gözleri çevreyi aydınlatmış gibi bir hisse kapılırdı çocuklar. Açık sözlü, olmadık şeylere bazen kızabilen bir yapısı vardı.

Hazırlık sırasında Okap sandalyesini gıcırdatarak çevirip şarkı söyleyen çocuğa bir şeyleri anlatıp, mandolinini eline alarak “i-i-i” diye kafasını sallayarak işaret etti. Bu başlayalım demekti. Suluşaş’a gelince sanki çok ünlü bir şarkıcı ile çalışıyormuş gibi onunla büyük bir saygıyla konuşurdu. Şarkıya başlayacağı anı bekleyip yanılabilir diye ondan gözünü almadan özel bir ilgiyle eşlik ederdi. Suluşaş şarkı söylediğinde kafasını biraz döndürerek gözlerini ondan ayırmadan seyircilere bakmadan sanki tek başına duruyormuş gibi söylerdi. Sesi yükseltecek sırada bembeyaz boynundaki damarı kabarırdı. Batır da sesi yetmeyecek diye içinden Suluşaş için endişelenirdi.

Erkek çocuklar daha çok beden eğitimi dersine giren Tügelbay’ın etrafında fır dönerlerdi. Tügelbay geniş omuzları, sıkı kasları, hafif yürüyüşü ile erkek çocukların favorisiydi. Fakat hızlı karar verir, eli sözünden daha önce hareket ederdi. Kendini beğenmiş bir tipti, övünmeyi severdi. Sakin duramıyordu, hep hareket halindeydi.

Misafir olduğu bir düğünde kendisiyle birlikte giden Daulet adlı bir öğretmene tokat attıktan sonra okul kurulundan ikaz almıştı. Sonraları Tügelbay’ın adı başka bir olaya daha karışmıştı.

Коlhozun bu sene hem otları, hem ekini iyi çıkmış, onları toplamak için ilçeden ve başka taraflardan işçi ve makineciler gelmişti. Bunların içinde başka millet temsilcileri de çokmuş, çoğunun da sabıkası bulunuyormuş. Onlar bir ara köyde kavga çıkartıp, iki kişiyi dövmüşler. Kabadayılık etmeye başladıklarında Tügelbay onları birer birer döverek herkese maskara etmişti. Sonra köydekiler komşu ilçedeki bir kolhoz ile otlar için kavga etmiş, kavganın sonu büyük dava halini almış, ama yine de Tügelbay’ın aracılığıyla zafere ulaşmışlar. Tügelbay eski kiralık batırlar gibiydi. Ona bir söz yeterliydi, her şeyi yerle bir ederdi. Dışarıdaki deli dolu haydutlar artık bu köye kafalarını bile sokamaz oldular. Okul kurulunun kararı artık hükümsüz kaldı. Herkes Tügelbay olmasaydı ne yapardık demeye başladı.

Okulda göze ilişen farklı bir adam da coğrafya öğretmeni Ergazi’ydi. Kısık gözlü, esmer ve sert biriydi. Yaş itibariyle herkesten büyüktü. Eskiden ilçe komitesinde çalışmış, bu memlekette eşi ve ağabeyi üçü birlikte ilk parti merkezini açan ilk komünistlerdendi. Müdürle birlikte öğretmenlerin tümü ondan kendilerini uzak tutar ve pek yaklaşmazlardı. İnsanların söylediklerine göre 1937-38 yıllarında Ereken’den bütün ilçe korkarmış. Şimdi yetkileri biraz azalmış ve öğretmenlik vazifesini üstlenmişti. Yine de kimse onun yüzüne dik bakamazdı. Çocuklara kızdığında en çok kullandığı sözleri “Halk düşmanının kuyruğu” olurdu. Ancak bu sözlerini kimse kaale almazdı, laf gereği söylenen sözler olarak kabul ederdi.

Dersler başladıktan sonra Batır’ın derslere yatkın olduğunu fark eden bazı öğretmenler onu kendilerine çekmeye çalışmışlardı. Kendi köyü olduğu için onların aralarında yakın akrabaları da vardı. Ayrıca babası bu memlekette tanınan bir kişiydi. Eskisi gibi çok baskı altında da değildi. Birinci dönem bittiğinde komsomol komitesinin sekreteri olarak tayin edilen Okap onu koridorda yakalayarak çok özel bir sır söylüyormuş gibi, etrafına bakınarak “Seni komsomola alacağız. İyice hazırlan.” diye kulağına fısıldadı.

Tatil günleri gelince Batır kışlağa taşınan dedesinin yanına gitti. Geldiği günün ertesinde çay içerken kendisinin komsomol olacağını söyledi.

Dedesi tedirginlikle:

“Ne demek o?” dedi şüpheli bir yüz ifadesiyle ona bakarak. “Bu bela Şayken’e de uğurlu gelmedi. Belki biraz daha düşünürsün, ne dersin?”

Batır hiçbir şey söylemedi, çünkü bu olayın sonunun neyle biteceğini kendisi de bilmiyordu.

Dedesinin evinde iki gün kaldıktan sonra yatılı okula geri döndü. Büyük çocuklar okul için odun almaya gönderilmişti. Bu civarın kışı sert, odunu ise azdı. Yaz boyunca tezek toplayıp, tezek keserek, eli ulaşanlar budak keserek hazırlık yaparlardı. Her kış gelende çoğu kimse, geçen sene ne tür hazırlıklar yaptıklarını unutmuş gibi ne yapacaklarını bilemeden otururdu.

Dört çocuk: burun delikleri genişleyerek konuşan Baybol, gözlerini fal taşı gibi açan ve herkesin ağzına bakan sessiz sakin kısa boylu Taypen, sonra Karagul ve Batır, dalları kesmek için öküz arabasıyla Akşokı’dan tan ağarmadan çıkarak Arbalı yarımadasına öğle sıralarında ulaşmışlardı. Nehir kenarında başlamış olan kalın serviler yarımadayı tamamıyla doldurmuş, boz kırlara kadar uzanırmış. Onlar servilerin en sık yerlerindeki dalları kesmeye başladılar. Ellerinde birer balta, delikanlı olan çocuklar gün batımına kadar kuru dalları bir yığın ettiler. Arabaya yükleyene kadar karanlık çöktü. Çok yorulmuşlar, üstelik de acıkmışlardı. Karagul bir teklifte bulundu.

“Burada,” dedi o çenesiyle işaret ederek, “en fazla üç kilometre, Şeytankön adlı yerde deveci Sakan oturuyor. Bana anne tarafından akraba olur. Orada kalıp yemek yiyip, geceledikten sonra sabahleyin erkenden yola revan oluruz.” dedi.

Karagul’un bu kararından bir anda vazgeçeceğinden korkmuş gibi:

“Hemen gidelim,” dedi diğerleri bir ağızdan.





Epey otlayıp doyan öküzleri kağnıya koşup arabaya kendileri geçerek dere kenarında biraz gittikten sonra düz yola ulaşınca çenesi durmayan Baybol:

“Şaytankön diyoruz,” diye aysız karanlık gecede başka bir hikâyeyi anlatmaya başladı. “Şaytankön diyoruz, bir zamanlar benim dayım burada koyun güderken değişik şeylere rastladığını anlatmıştı. Şaytankön’de şeytan olacağını söylediğinde eskiden inanmazdım. Fakat geceleyin araba ışığı gibi aydınlığı çok defa görmüştüm. Bunu dedem de görmüş. ‘Bir gece’ diye anlatıyor dedem, ışık evin yanına doğru gelmiş, elime tüfeği almıştım. Bu ışık daha fazla parlayarak tam yanıma geldi. Ne olursa olsun diye tüfeğimi ışığa doğru çektim. Tüfek patladı, o ışık kayboldu gitti.”

Baybol kendi anlattıklarına kendisi şaşırmış gibi “Aman Allah’ım!” diye kafasını salladı.

“Hani Janbay vardı,” dedi sessiz oturan Karagul da sohbete karışarak.

“Таnatar Janbay mı?”

“Evet. Onlar da bir yıl burada kış geçirmişti. Ondan duymuştum, geceye doğru onları hiç rahat bırakmazmış. Girişteki odanın altını üstüne getirirmiş. Bazen saçları dağınık kız çocuğu kılığında görünürmüş.

Gecenin ortasında anlatılan bu tür hikâyelerden diğerleri korktuğu için hiç seslerini çıkartmadan oturuyorlardı. Yemek yiyeceğiz diye sevinirken sevinçlerinin üzerine su serpilmiş oldu. Penceresinden ışık parlayan alçak saman evin önüne öküzlerini durdurdular. Eve girdiklerinde uzunca koridorda girecekleri kapıyı zor bulduktan sonra aydınlık ve sıcacık bir eve girdiklerinde neşeleri yerine geldi.

Düz bıyıklı esmer tenli Sakan, gelişlerini beklemiş gibi hemen yerinden kalktı ve her biriyle ayrı ayrı kucaklaşarak selamlaştıktan sonra Karagul’un sırtından sıvazlayarak onları görmekten mutlu olduğunu hissettirdi. Çocuklar ev sahibinin sıcak karşılamasını gördükten sonra şimdi bizi iyi ağırlayacaklar diye birbiriyle gözlerini kısarak bakıştılar.

Issız bozkırda tek başına yaşayan bu aile gerçekten de başka insanları özlemiş olmalı ki, onlar gelir gelmez Sakan’ın sarışın karısı dizleri üstünde oturan küçük çocuğunu kocasına tutturur tutturmaz dağılmış saçlarını toplayarak başörtüsünü ayaküstü örttükten sonra kilosundan olmalı iki yana sallanarak yemek yapmak için mutfağa gitti. Saçı gözlerini kapatan üç yaşındaki sarı kız gelen misafirlere bakarak sobanın dibinde oturmaktaydı.

Çok geçmeden çay da geldi. Sakan insanları güldürmeyi severdi, bu yüzden de çay içerken Karagul’un nasıl ekmek çiğnediğini taklit etti, sonra köydeki dükkâncı kör Kapar’ın tenkit edilerek gazeteye çıktığını anlattığında bir gözünü kısarak ikinci gözünü fal taşı gibi açarak dükkâncının yüz ifadesini taklit ederek herkesi güldürdü. İlginç olan tarafı da biriyle alay edeceğinde suratı tıpkı o insanın aynısı olurdu.

Bir ara Karagul:

“Dayıcığım, bu sene kimsesiz tek başınıza oturduğunuzun üçüncü yılı olmuş. Tamamen yabanileşeceksiniz. Köye doğru neden yakın gelmiyorsunuz?” dedi konuyu başka yöne çevirerek.

Sakan hemen cevap bulamamış olacak ki, önce sessiz kaldı, sonra:

“Söylediklerin doğru, tek hane olarak oturmaktan yorulduk artık,” dedi, kendinden çok daha fazla bu konu karısını ilgilendirdiği için ona bakarak: “Fakat bu deve adlı hayvan sessiz sakin görünmesine rağmen tehlikeliymiş. Memlekette bir yıllar muhasebeci Marden’i buğra öldürmüştü, sonra uzaklaşayım diye buralara taşınmıştım. Buğra kudurur ve ağzından ak köpük saçıldığında ölümüne savaşır. Devenin gözüne görünen her şeye saldırır, tam o sırada onu zaptetmek zordur. Geçen baharda buraya gelen Aşir’i kovalamıştı. Onun bindiği atı hızlı olmasaymış, zor kurtulurdu. Bazen gözleri kararak bana bile deli deli bakar oldu. Allah korusun! Bağıra çağıra çok zor kendine getiriyorsun.

Çocuklarda tekrar korku çanları çalmaya başladı.

Sakan da çocukların korktuğunu hissederek:

“Hayır, şimdi kimseyle işi yoktur. Bahara doğru kudurur,” diye açıklamaya çalıştı.

Çocuklar sanki başka bir tehlikeden kurtulmuş gibi tekrar neşelenmeye başladılar. Baybol yol boyunca anlattıklarını hatırlayıp dedesinin parlak ışığa doğru ateş açma olayını bir daha anlattı.

“Deden gerçekten yaşadıklarını anlatmıştır, bunlar gerçektir,” dedi Sakan, o da birçok defa gördü dercesine karısına bakarak. “Biz kendimiz çoktan alıştık bu tür olaylara. Onlar bazen sarı kedi, bazen de keçi halinde gelerek evin içini gezer ve uyuyan çocuklarımızı koklar ve gider. Aslında bir zararları yok gibi…

“Kedi mi diyorsunuz?” dedi Taypen ürkek bir sesle.

“Evet, gerçekten de sarı kedi kılığında gelir."

Sofraya et geldi. Sakan tabağın altına sermek için duvar tarafında yatan bir deste gazeteyi eline aldı, birini açıp sermeye başlayınca ilk sayfadaki Stalin’in resmini görüp ürkerek: «Eyvah, bu adamın resmi»,- diye, ikinci gazeteyi açtığında orada da aynı resim vardı, üçüncü gazetede de onun resmi göründü. Sonra dayanamayıp: “Neyse, o başkan olsa da, yemekten daha büyük değildir”, diye elindeki son gazeteyi tabağın altına seriverdi.

Et yendi, çocuklar ellerini sildi, baş köşeye doğru itile kakıla otururken yarı açık kapıdan giren sarı kediyi herkes gördü. Kedi kafasını biraz aşağı indirip acele etmeden adımlayarak onlara doğru geliyordu.

Тaypen’in yüz ifadesi bozuldu, elini sallayarak:

“Eyvah abi,” dedi sesi yarım çıkarak. “Bu o mu?”

Sakan’ın karısı gülüverdi. Sakan’ın kendisi:

“Hayır, hayır, Taypen, korkma, bu o değil, bizim kedimiz bu,” diye herkesi sakinleştirmeye çalıştı. “Git, be,” dedi sonra kediye kızarak, “O da eve gireceği zamanı buldu be...”

Çorba içildikten sonra, geçmişlerin ruhuna değsin söylenip, sofra toplandı. Sonra Sakan dışarıya çıkıp tekrar geldikten sonra:

“Dışarısı bulutluymuş, yarın rüzgar çıkacak gibi,” dedi çocuklara bakarak, “hadi ben yataklar açılana kadar sizleri dışarıya çıkartayım,” diye kendisi tekrar dışarıya çıktı.

Çocuklar taş gibi karanlık koridorda birbirinden tutunarak, “kapı nerede” diye ilerliyorlardı. Aniden Taypen bağırıverdi. Çocuklar “Ne oldu?” diye sorduklarında “Boy-nuuz” diyebildi. Onun gerçek mi, yalan mı söylediğini henüz tam ayıramadıklarında: “Eyvah, sakalı mı bu ne?” diyen Baybol’un sesi çıktı. Çocuklar birbirinin üstüne yığılarak “kapı nerede, kapı nerede?” diye bağrışmaya başladılar. Keçi kılığındakinin şeytan olduğunu artık herkes kabullenmişti. Bu arada kıkırdayarak gülen sesi Batır net olarak duydu. Sakan’ın sesi olduğundan şüphesi yoktu, bunun onun oyunu olduğunu öğrendi. Çok geçmeden dışarının kapısı da açıldı. Çocuklar dışarıya çıktıklarında bunun bir şaka olduğunu anladılar. Korktuklarından kendileri utanıp, uyuyana kadar birbirleriyle alay ederek kıkırdaştılar.

Batır sonra öğrendi, Sakan tanınmış bir alaycı ve bozkırın artisti idi. Biriyle alay etmek, olmayacak şeyleri oyuna dönüştürüp herkesi deli etmek onun sevdiği bir işiymiş.

“Aslında bu biraz basılmış hali,” dedi Karagul sabahleyin dönüşteki yolculukta. “Eskiden, aman Allah’ım, şeytanın ta kendisi gibiydi. Birilerini güldürmeden yapamazdı. Onunla birlikte çay bile içemezdin. Birini aynen taklit eder, insanın aklına bile gelmeyen bir şeyleri söyler, çay boğazında kalır yutamazsın. Buraya tek başlarına taşınmaları iyi olmuş. Şakası ve gerçeğini kimse ayırt edemez. Kimseyi bulamadığında zavallı karıcığını güldürmekten öldürür.” Sonra geceki olayı hatırlayarak, “Baksanıza bizleri korkutmak için hiç üşenmeden keçiyi bile hazırlamış.” diye katıla katıla güldü.

Onunla birlikte başkaları da güldü.

Onların misafir olduğu günden çok geçmeden Sakan’ın tutuklandığı haberi geldi. Sakan’ın suçu, Stalin’in resmiyle alay ederek tabağın altına koymasıymış, suçlu bulunduğu madde ise Sovyetlere karşı nasihat yapmasıymış. Merak edilen ise bu haberi kimin ulaştırdığıydı. Batır, önceden NKVD’nin çocukları bile kendilerine ajan yaptığını duyardı. Sakan’ın evinde dört çocuk oldu. Onların biri kendisi.. Kendisinin bu kurumla hiçbir ilişkisinin olmadığını biliyor. Orada bulunan üçünden hangisi acaba? Üçü de biz değiliz diye yemin ediyorlar. İnsanlara artık inanmak çok zor..

Kasımda kış geldi. Okul, kırdaki en ücra köşede bulunan bir evdi. Nehirle okul arası biraz uzun mesafe.. Çocuklar öküz arabasıyla sırayla yatılı okullarına nehirden su ve buz taşırdı. Akşamleyin nehirden su taşıyanlar çok, özellikle kız çocukları. Batır buzda açılmış deliğin yanında Suluşaş’la çok kere bir araya gelmiş oldu. Ayazdan kızarmış yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmazdı.

Bir gün Karagul ona bir ricada bulundu:

“Suluşaş’a bir şeyler söylemek için uygun bir zaman bulamadım. Mektup yazmıştım, fakat kendim vermeye cesaret edemedim. Bu mektup senin olsaydı hiç tereddüt etmeden verirdim. Biraz çekiniyorum. Sen bu mektubu Suluşaş su almaya geldiğinde uygun bir zamanda verebilir misin?”

Batır hayır diyemedi. Kendisi de içinden Suluşaş’ı beğenmesine rağmen Karagul’a karşı gelmeyi insanlık dışı bir hareket olarak nitelendirdi.

“Tamam,” dedi mektubu alırken.

Ertesi gün akşamleyin Batır öküz arabasıyla su getirmeye gitti. Yüzeyi donmuş deliği temizleyip genişlettikten sonra bidonları suyla doldurup, kızağa buz kesip koyduktan sonra Suluşaş’ı beklemeye başladı. Birisi “kimi bekliyorsun” diye sorar diye ileri geri yürüdü. Nihayet Suluşaş geldi. Suluşaş ona hiç bakmadı bile, bidona suyu doldurduktan sonra kızağını çekerek onun yanından geçti.

Batır o sırada onun adını söyleyip söylemediğini hatırlamıyor, Suluşaş’ın ona aniden baktığını gördü ve “eğer almazsa ne yapacağım” diye düşünürken mektubu eline tutuşturdu. Korkuları yersiz çıktı, Suluşaş gülümseyerek bu durumdan memnun olmuş gibi elindeki mektubu hemen aldı. Batır’a onun bu hareketi hoşuna gitmedi, ‘bütün kızlar gibi işte’ diye biraz bozuldu. ‘Almam’ deseydi Karagul’u beğenmediğini gösterirdi ve Batır’ın içinde bir ümit ateşi yanardı. Aslında Suluşaş’ın mektubu almamasını istemişti.

Karagul onu kapının önünde bekliyordu:

“Aldı mı?” dedi ona ürkek ürkek bakarak. «Almazsa ne yapacağım?» düşüncesinin onu rahatsız ettiği belliydi.

Batır mektubu almış olduğunu kafasını sallayarak belli etti. Onun bu hareketi Karagul’a seni kabul etti demekle eşit bir etki bıraktı. Batır’ı kucaklayarak öylesine mutlu olmuştu ki.

Batır artık o kızdan ümidini kesmek zorunda kalacağını düşündü. Birkaç gün boyunca okulda Suluşaş’la karşılaşmamaya gayret etti. Fakat aynı köyde oturan, aynı okulda okuyanlar nasıl karşılaşmasın, tam da o su çukurunun yanında karşılaştılar.

Yüz yüze geldikleri için Batır selam verdi, Suluşaş ise sinirli bir şekilde ona bakarak:

“Başkalarının mektubunu taşımak yerine kendin neden yazmıyorsun?” dedi ve dönüp gitti.

Batır kendisinin büyük bir hata yaptığını anladığı için çok pişmanlık hissetti. Fakat Suluşaş’ın söylediklerinin astarında mektubu ondan beklediğini mi söylemek istemişti, yoksa öylesine alay mı etti, o bunları anlayamadı. Sinirlenmesine bakılırsa Karagul’u beğenmediği ortadaydı. Bundan dolayı da kendini biraz rahatlamış hissetti.

Çok geçmeden Batır, Okap’ın yönettiği sanat kursuna katıldı. Dombıraya hevesi eskiden de olduğundan bu hareketini sanata olan yakınlığından diye algılamak istediyse de içindeki ikinci bir ses onun aslında Suluşaş’a biraz daha yakın olmak istediğini fısıldıyordu. Kendisi de bunu yalanlayamamıştı.

Оkap iyi bir dombıracıymış, hevesli olan beş çocuğa bir ayda “Kenes”, “Karabas” makamlarını öğretti. Batır, dombırayı diğerlerinden daha iyi çalıyordu. “Sen dombıranın dilinden anlarmışsın, bu büyük bir kabiliyet. Kendini bu işe verirsen iyi bir dombıracı olabilirsin” diyordu Okap memnun olduğunu göstererek. Yedinci sınıfta okuyan Sagi adlı ikinci çocuk da iyi çalıyordu. Başkaları ise sadece çalmayı öğrenmek isteyenlerdi.

Yılbaşı gecesi yaklaştığında konser hazırlıkları başladı. Batır artık Suluşaş’la hep bu hazırlıklar sırasında buluşur oldu. Fakat Suluşaş ona hiç yüz vermiyordu. Kendisi daima bir şeylere kızgın olurdu. Bazen kursun yöneticisi hazırlıklara biraz geciktiğinden kızlar ne yapacaklarını bilemeyip birbirinin çantalarını saklayıp oynarlardı. Biri Suluşaş’ın düşmüş olan eldivenini oracıkta kaldırarak yan duran kızın arkasından eline tutuşturmuştu, o ikinci kıza, böylece elden ele geçen eldiven sonunda Batır’ın eline geçti. Batır Suluşaş’ın yünden örülmüş olan yumuşacık eldivenini biraz daha tutmak istiyordu. Bu arada Suluşaş kavga edecek biri gibi onun yanına geldi:

“Ver eldiveni!” dedi kıpkırmızı kesilip. “Seninle oynamak istemiyorum. Oynama benimle. Ver eldiveni!”

Batır ne yapacağını bilemediğinden eldiveni hemen verdi. Çok sinirlenmiş olan kızın yüzüne bakamadı, başını kaldıramadı. Başka çocuklar ise bu duruma sıkılarak birbiryle bakıştılar.

Sevdiği insandan gönlü kalmış Batır, yurda geldikten sonra olanları Karagul’a anlattı. İlk başta anlatmasam mı diye düşünmüştü, ancak içindeki sıkıntıyı biriyle paylaşmak istedi.

Karagul’un Suluşaş’tan çektikleri onunkinden az değilmiş:

“Ben o kızdan çoktan ümidimi kestim,” dedi o ve “Suluşaş adlı beladan uzak dur” dercesine elini silkti. “Neden mektup yazıyorsun diye beni neredeyse sorguya çekti. O yarın kimseye karı olamaz. Bu huyuyla kiminle anlaşabilir ki?”

Karagul onu gıyaben kötülemesine rağmen, Suluşaş’ın gülümseyen yüzü ve neşeli sesiyle belki ona fırsat tanırsa sönmüş aşkını tekrar alevlendireceği gözlerinden okunuyordu.

Gerçekten de Suluşaş hareketleriyle kendini affettirirdi. Sonraki konser hazırlıklarında Batır’ın küskünlüğünden hiçbir iz kalmamıştı.

Daha önce yaptığı planlara göre konserde Batır tek başına dombırada oynayacaktı. Ancak sonra Okap tamamen farklı bir gösteri düşünmüş. Üç dombıracı iki dombırayla sahneye çıkacak ve daha önce hiç gösterilmemiş bir şov yapacaklardı. Sol tarafta oturan Okap birinci dombıranın teline basacak, ortadaki Batır sağ eliyle çalacak, sol eliyle ikinci dombıranın teline basacak onu sağ taraftaki Sagi çalacaktı. Üçü prova sırasında bu şekilde oturarak Karabas küyünü çaldıklarında ilk alkışlayan Suluşaş olmuştu. Gülümseyerek Batır’a baktığında onun bakışlarından yayılan ışık Batır’ın gönlündeki dert ve kederin, küskünlüğün tümünü silmiş gibiydi.

Suluşaş bununla yetinmedi, kendi sırası gelince “Saulem-ay” şarkısını söylerken nakaratındaki:

«Şulem, şulem, şulemsin,

Başımdaki devletimsin,

İyi olursan şulemsin,

Kötü olursan zahmetimsin,”

diye söylenen yerde Batır’dan gözlerini ayırmadığını herkes görmüş, kızlar da Batır’a bakmışlardı. Batır kendisinin kıpkırmızı kesildiğini hiç fark etmedi.

Suluşaş’ın gözlerinden uçup gelen ateş parçası, Batır’ın can-ı gönlünü yaktı kavurdu.



Коlhoz kulübünde yapılan yılbaşı gecesinde bu köyde daha önce hiç düzenlenmemiş muhteşem bir konser oldu. Bunda gerçekten Okap’ın büyük emeği vardı. Müdürden başlayarak bütün öğretmenler Okap’ı ve konsere katılmış olan çocukları kutlayarak uzaktaki bir köye kültürün yeni bir dalgası uğramışçasına memnun olduklarını söylediler.

Üç gün sonra çocuklar asık suratlı ve hayattan bıkkınlık gelmiş bir haldeki Okap’ı gördüler. Dün olan öğretmenler toplantısından sonra konseri farklı değerlendirmişler. Eskiden partinin ilçe komitesinde çalışan Ergazi konserde siyasi bir hata bulmuş. Konserde çağdaş Sovyet şarkıları, parti ve komsomol hakkındaki şarkılar neden söylenmedi? “Saulem-ay” gibi halk şarkıları, türküleri kimin uğrunda? Karabas adlı kaygılı bir küyü nereden bulmuşlar? Kime ağıt yakıyorlar böylelikle? İdeolojik diversiyon! Bunun için öncelikle birinci yönetici cevap vermeli diye müdüre gözdağı yapmış.

Öğretmenler arasındaki bu sürtüşme burada dinmedi. Tartışma ve anlaşmazlıklar fena halde büyümüş, ilçe merkezine şikâyet dilekçesi yazılmıştı. Şikâyette öğretmenlerin siyasî eğitimi az, okuldaki ahlâkî durum iyi değil, bazı öğretmenler ve okuldaki öğrencilerin ilişkisi pedagojik normlara uygun değil gibi suçlamalar yazılmış.

Sonunda ilçeden içlerinde biri doktor olan özel komisyon gönderildi. Onlar öğretmenleri sorguya çekerek cevaplarını aldıktan sonra yedinci ve sekizinci sınıf kızlarını doktor kontrolünden geçirme kararını almışlar. Böylece kimin bakire, kimin bakire olmadığını belirleyeceklerdi. Sonra da asıl suçluyu arayacaklarmış.

Bundan sonra okulda daha önce hiç duyulmamış ve görülmemiş bir olay oldu. İki sınıfta okuyan kızların hepsini öğretmenler odasına toplayıp birer birer doktor ve birkaç bayan öğretmenin oturduğu müdür odasına alıyorlar, ağlayıp karşı gelmelerine rağmen zorla divana yatırarak bakire olup olmadıklarını kontrol ediyorlardı. İtiraz edenlere şiddet kullanmak zorunda bile kalmışlar.

İki saatten fazla süren bu kontrol sonucu dört kızın bakire olmadığı anlaşıldı. Tutanak tutuldu, komisyon üyeleri imzaladı. Önceleri kontrolün sonucunu gizli tutmaya anlaşmışlar, ancak bu haber ertesi gün tez yayılmıştı.

Bu dördünün içinde Suluşaş da vardı. En ağır darbeyi Batır aldı. Kendinden geçmiş gibi bağırıp çağırdı, olayı kavramakta güçlük çekti. Sonra buralardan bezmiş ve gitmek isteyen biri gibi tek başına nehir kenarında kimsenin olmadığı yerlerde uzun uzun gezindi. Bir vakit sonra kendi kendine sabır telkin etti. Daha sonra kendisini Suluşaş’la hiçbir ilgisi olmayan biri gibi gördü. Sonra da tarafsız olarak bu durumu analiz etmeye çalıştı.

Kız çocuğunun paklığı hep birinci sırada gelir. Fakat... Önce kimin hangi şartlarda şerefini kaybettiğini bilmeden bu durumu değerlendirmek mümkün değildir. Еğer onun isteği dışında olduysa bu durum onun değerini düşürmemeli. İkinci olarak bu şekilde maskara edilmeseydi kimse bilmezdi, herkes gibi bu kızlar da aile kurarak mutlu olabilirlerdi. Onları kendi elleriyle mutsuz bir hayata ittiler. Üçüncü olarak herkesin gizli özel hayatı olabilir, onu neden başka biri kontrol etsin ki? Bu şekilde düşünen Batır, talihsiz kızların tarafına geçti. Kendisinin Suluşaş’tan uzaklaşamayacağını hissetti. Suluşaş’ın yapısı ve sevimli hareketlerini, bakışlarındaki gizli dünyayı o kara lekenin yok edecek gücü yoktu.

Batır bu şekilde karara vardıktan sonra çözümü zor bir işi halletmiş gibi gece yarısına doğru yurda döndü. Uygun bir zamanda Suluşaş’la buluşmam lazım, ona bu durumda destek olmalı, gam ve kederini paylaşmam gerek diye düşündü. Bu kararını kendisi de beğenmişti aslında. Çünkü bu karar bencillikten, sürü psikolojisinden daha yüksek bir yere getirmişti.

Onunla buluşmak kaderinde yokmuş, sabahleyin onlar yemekhanede iken Suluşaş’ın kendisini asarak yaşamına son verdiği haberi geldi.

Batır en son ışığın söndüğü, deliksiz karanlığın çöktüğü ümitsiz bir krizin eşiğinde kaldı.

İnsanları mutlu etmemek için gözlerini ayırmadan sürekli gözeten sert ve kaba bir güç var gibiydi. Bu güce karşı gelmek ve onunla mücadele etmek de mümkün değildi. Ancak en son kuruşuna kadar parasını çaldıran bir insanın bir tek üstünlüğü olur, o da hırsızın artık ona bir şey yapamayışıdır, çünkü onda artık çalınacak hiçbir şeyi yoktur. Batır kendini böyle biri gibi hissetti. Artık bana hiçbir şey yapamazsın diye görünürde olmayan birine kızmak istiyor. Fakat bu, karşı gelecek güç değil de, çaresizlikten doğan bir kızgınlık ifadesiydi.

Bir kez daha ilçeden insanlar geldi. Ölümle ilgili teftiş yapıldı. Suluşaş’ın ölümünden onun kendisi dışında başka kimse suçlu bulunmadı. Kıvırcık saçlı, gözlüklü bir görevli kulüpte “Aile ve cinsi eğitim” konulu bildiri okudu. Devletin temelinin aile olduğu, eğitim kurumlarında terbiye işini güçlendirmek gerektiği, cinsel ilişkinin çok erken başlanmaması, aşkın sadece tek kadına ve tek erkeğe yönelmesi gerektiği, flört edilmemesi gerektiği hakkındaki bildirisini: “Cinsel seçim sınıf açısından, ihtilalci proleter ihtiyacı bakımından yapılmalı. Cinsel ilişki sadece sınıf çıkarı doğrultusunda yapılmalı” şeklinde tamamladı ve: “Ben bunu uydurmadım, “İhtilalci proletariyatın on iki cinsel farzı” adlı eserden aldım” diye ince bir kitapçığı yukarı kaldırarak herkese gösterdi. Artık kimsenin ona karşı gelemeyeceği aşikârdı.

Bütün Akşokı’yı sallayan bu ölüm olayı sonra okul müdürü Kabış’ın partiden çıkarılıp işten atılmasıyla, “sekizinci sınıfta okuyan Külpaş’ı azdırmış” suçuyla Tügelbay’ın altı yıllık hapis cezasıyla kapandı. Külpaş okula geç başlayan yaşça büyük olan bir kızdı, Tügelbay okul biter bitmez onunla evlenme niyetindeydi.

Kimya öğretmeni Salimgerey müdür olarak tayin edildi.

Nehrin bir anda taşması ve sonra sakin bir şekilde akmaya başlaması gibi okuldaki hayat da her zamanki alışık halini almış gibiydi. Sıcağı, soğuğu, tasası, sevinci de olmayan şekilsiz bir hayat devam ediyordu.

Batır denizde fırtınaya karşı elinden geldiği kadar mücadele etti, şimdi ise isteği azmi kırılmış, onun verdiği güçten düşmüş, takatten kesilmiş, rüzgâr ne tarafa uçurursa uçursun, umursamaz bir ruh haliyle kayığın üzerinde hiçbir şey düşünmemeye çalışan bir insan gibiydi.

Bir ara postaneye gitmişti, Galım ağabeyinden bir mektup gelmiş. “Evladım, Batır” demiş “Nasılsın? İyi misin? Yakında annenin yanına gittim. Kendisi Akmola şehrinden otuz kilometre uzaklıktaki kadınlar kampında. Geçen sene gittiğimde durumu iyi değildi. Şayken ve Rauşan’ın ölümü onu çok sarstı. Kalpten hastanelik bile olmuş. Şimdi şükürler olsun, sağlığı yerinde. Öncekine göre daha iyi. Seni çok düşünüyor. Kocası “halk düşmanı” suçuyla infaz edilmiş, kendisi de kocasından vazgeçmediği için mahkemelik olmuş (annenin de maddesi o) yanındaki bir kadının çocuğunu on sekizini doldurduğu gün tutuklamışlar. Sen bu sene on yediyi dolduracaksın. Yarın on sekizi doldurduğunda senin üzerine nasıl bir suç atacaklar diye çok korkuyor. Ne yapalım, bir Allah’a havale etmekten başka çaremiz yok. Kendine iyi bak. Abin Galım”.

Renksiz günler birbirini peşi sıra kovalıyordu.

Bahar ve kış birbiriyle kavga ediyor, hiçbiri galip gelemiyordu. Güneş biraz açar ve bahar havası hissedilmeye başlarsa hemen arkasından kar yağar, tekrar kışı getirirdi.

Lenin’in doğum günü bayramında Batır üç çocuğun biri olarak komsomola kabul edildi. Çok geçmeden onlar at arabasıyla ilçe merkezine götürülerek komsomol belgelerini teslim aldılar. Komsomol örgütünün sekreteri olarak onları ilçeye götürmüş olan Okap, Batır’ı “Pekiyi okuyan öğrencilerin biri, kolhozu kurma işine ilk bilek sıvananların biri olan inek güdücüsü Kasen’in oğlu” diye tanıştırdı.



Aradan iki ay geçtikten sonra savaş başladı. Akşokı’da büyük miting yapıldı, ilçeden gelen temsilci faşist Almanya’nın 22 Haziran günü ülkemize vicdansızca saldırı yaptığının haberini verdi. Ülkemizin bütün güç ve kuvvetinin Vatanı korumak için harcanacağını, Sovyet askerine elden gelen yardımı esirgememek her vatandaşın kutsal borcu olduğunu söyledi. Saldıranlara karşı yönlendirilmiş olan nasihat toplantısı herkesin korkusunu ve Batır’ın kaygısını bir an unutturmuş oldu.

Sonbaharda askere adam alınmaya başlandı. Onları uğurlama işi resmi törenle yapıldığı için vedalaşma ve ağlaşma çok kederli bir tablo halini almadı. Vatanseverlik duygusunu kabartan sözler söylendi. Halkla birlikte kaderindekileri paylaşacaklarmış. Yüzlerinde biraz heyecan izi okunduysa da kimse ölüme gittiğini düşünmüyordu. Birkaçı sağlık durumundan dolayı geri döndüler.

Hayatın akışı başka bir yöne çevrilmiş oldu. Savaş dışında hiçbir şeyden bahsedilmez oldu. Başa gelen büyük keder ve ortak kaygı insanları birbirine yaklaştırmış ve barıştırmış gibiydi.

Eylül ayının başında ilçeden gelen temsilcinin söylemesiyle yaşı on sekizi doldurmuş komsomollar, daveti beklemeden kendi istekleri ile savaşa gitmeye dilekçe verdi. Bunların içinde yaşını doldurmamış, fakat koca adam olan Batır da vardı. Batır bu kararını kendisi aldı. Galım abinin mektubundaki “halk düşmanının” oğlunu on sekiz yaşını doldurur doldurmaz tutuklama haberini hâlâ unutamadı. Gelecek yıl on sekizi dolduracaktı. Öyleyse boşuna tutuklanarak suçsuz yere infaz edilmek veya hapiste çürüyüp ölmek yerine savaşta şerefiyle ölmek daha iyi dedi içindeki bir ses.

Batırın yaşını doldurmadığını öğrenen ilçeden gelen temsilci biraz düşündü. Fakat Batır’ın:

“Bir yaş ne çözecek ki? On sekizini doldurmuş olanlarla beni güreştirin, hiçbirine yenilmem. Savaşta yaş değil, sağlam olmak önemlidir.” sözünü duyduktan sonra memnuniyet bildirip gülmüştü. Sonra yüz ifadesini değiştirerek:

“Doğru söylüyorsun, aslanım, çok doğru. Vatan için ateşe atıl, yanmazsın demişler. Sizler gibi gençler bu şekilde isteklerini dillendirirse bütün halkımız mesut olur. Batırın bu talebini gazeteye vermek gerek. Bu büyük bir başlangıç. Sağ ol, evladım,” dedі.

Fakat Batır’ı askere almak kolay bir iş olmadı. Nihayetinde yaşını fazla gösterip, evraklarını tekrar doldurarak bu durumu yasalaştırmışlardı. Çok geçmeden onların uğurlanma töreni yapıldı. Kolhoz İdaresi binasının önünde miting yapıldı. Köy muhtarı ateşli bir konuşma yaptı. İhtiyarların gözleri sulandı. Bir ihtiyar kadın ağıt yakmadan önce kadınların çıkardığına benzer bir ses çıkaracaktı, kolhoz başkanı Kenjali: “Kötüye yormayın” diye kızdı.

İhtiyar Kasen Batır’ı kucaklayıp:

“Kamsömülüm, kamsömülüm,” dedi çenesi titreyerek. Demek istediği “komsomol olacağım diye dururdun, bu mu istediğin” gibi duyuldu.

Birileri ihtiyarla alay ederek gülüyordu.



Kendi vatanını düşmandan korumak herkesin vatandaşlık görevi olduğu büyük bir akıl gerektirmeyen ve doğal olarak anlaşılan bir şey diye düşünürdü Batır. Fakat kalabalık bir grup halinde ilçeden ayrılıp şehre geldiklerinde askerlerin birimlere ayrıldığı yerde özel hazırlıkların yapıldığı sırada savaşçı ruhunu yükseltecek sözler her gün söylenmesine rağmen kısacık hayatında yaşadığı bu kadar ızdıraptan sonra ‘bu ülkeye vatanım diyebilir miyim’ düşüncesi hep kafasını kurcalardı. Bu fikri kendi de paylaşmıyordu. Fakat onu çürütmek için açık deliller bulamayacağını da sezdi.

Alayın siyasi danışmanı bir fabrikada komsomol komitesinin sekreteri olarak çalışmış olan çenesi düşük Rus genç adam onun zihnindeki düşünceleri okumuş gibi askerlerle konuşurken çoğunlukla Batır’a bakarak konuştu. Vatan korumanın şerefli bir görev olduğunu ispatlayarak büyük insanların sözlerinden alıntı yaptı. Konuşması hem anlaşılır hem de cümleleri tutarlıydı.

Onlar karışık bir tabura gelmiş gibiydi. Çoğunluğu çeşitli ülkelerden gelen ve askeri disiplini pek bilmeyen, basit, işçi ailesinden gelen insanlardı. İlkin cepheden uzak bir yerde hazırlık yaptılar. Her gün kilometrelerce askeri yürüyüş, tüfek kullanmak, korunma çizgisini yaparak siperler kazmak, ayrıca yemek yapmak ve benzeri bitmeyen işler.

Savaşı henüz yaşamamış olan Batır için bu hazırlıklar ne kadar zor gelse de eski hayatından şu andaki durumu daha kolay gibi. Eski hayatı için çok sinirlenirdi. Çünkü kendisini kimsenin umurunda olmayan biri gibi hissederdi. Bu hayatta bir fazlalık gibiydi.

Burada ise kendisine ihtiyaç duyulduğunu ve onu alakadar eden şeyin çok önemli olduğunu anlıyordu.

İlk muharebeye çıkmadan önce tabur komutanının:

“Askerler! Vatanın kaderi sizlerin ellerinizde!. Ben sizlere inanıyorum kardeşlerim!” sözünü duyan herkes, kendisini bu ülkenin eşit vatandaşı sayarak üstlendikleri sorumluluğun bu kadar büyük olduğunu anlamaya başlamışlardı.

İlk muharebeleri düşmanın hücumunu beklemekle geçti. Düşman, topçularıyla uzaktan atış yapmanın dışında doğrudan hücum etmedi. ‘Zayiat çok olmadı’ dediler. Çünkü Almanlar onların özel olarak yaptıkları sahte kaleye ateş ediyorlardı. Ancak ertesi günkü hücum sert oldu. Almanlar onların yerini tam olarak tespit etmiş olmalı ki, mermiler surlara isabet kaydediyordu.

O sırada birinin yardım isteyip can havliyle bağıran sesini duyan Batır, emekleyerek yanına vardığında onun Beysenbay adında yaşını başını almış bir asker olduğunu gördü. Havada patlayan merminin bir parçası boynuna saplanmış. İki eliyle boğazını tutmuş, ağzından gelen kana boğulmak üzereyken: “Batır, Batır...” dedi hırlayarak. Kendisinden gitmekte olan hayatı, önünde duran insanın adıyla durdurmak istercesine Batır’ın ismini tekrar etti. Sonra hemşire gelmeden canını teslim etti. Ecelin nasıl bir şey olduğunu hisseden Batır ilk defa çok korkmuştu.

Ancak korku dışında kendisinin sağ kalmasına, o merminin ona isabet etmediğine içinden sevinmeyen asker yoktur. Bu sevinç, ölüm korkusunu hapseder, savaş boyunca gücünü, kuvvetini korurdu.

Batır’ın kendi kendini teskin ederek korkuya yenilmemesini sağlayan biri manga komutanı Kayrat. Ya yapısını beğendi, ya da hemşehriyiz diye mi bilinmez, ufak tefek görevlerde hep yanına alırdı. Kendisi güçlü bir sporcuydu, övmeyi sevmez ve tehlikelerden hiç korkmazdı.

Ertesi gün Kayrat, Batır’ı yanına keşif yapmak üzere aldı. Kayrat’ın cesaretini gören Batır da ondan ayrılmak istemiyor, hatta içinden onunla rekabet ediyordu.



Onlar Almanların yerleşmiş olduğu köye geceleyin geldi. Üzerlerine işçi kıyafetlerini giyerek oranın insanlarından bazı şeyleri öğrenip Almanların kaldığı evlere yaklaşmışlardı. Kayrat, Batır’ı evin yanı başındaki ahırın yanında bırakıp gizli gizli gitmişti. Ahırın duvarına yapışık kalan Batır, aniden tam yanında yüzü dönük ve sırtında paltosuz duran Almanı gördüğünde ne yapacağını bilemedi, dondu kaldı. Ancak biraz gecikirse kendisinin öleceğini düşünerek üzerine atıldığını hatırlıyor. Sonra ayakları altına yığılan Almanı gördü. Elindeki otomatik tüfeğin sapıyla vurmuş kafasına galiba. Ne yaptığını kendisi de bilmiyor, Almanın üzerindeki kıyafetlerini çıkarıp belindeki tabancayı aldı ve tüfeğin sapıyla kafasına bir daha vurdu.

О sırada Kayrat da gelmişti.

“Eyvah, ne oldu burada?” dedi o korkuyla fısıldayarak.

“Bu Almanı öldürüp kıyafetini aldım.”

“Onu ne yapacaksın?”

“Onsuz benim bir Almanı öldürdüğüme kim inanır?”

Kayrat güldü.

“Yürü, gidelim,” dedi kendisi önden giderek.

Onlar döndüklerinde karargâha general gelmiş, haritayı açarak bir şeyleri görüşüyorlarmış. Batır’ın kahramanlığını duyunca herkes memnun oldu. Getirdiği kıyafetten ölenin Alman komutanlarından birisi olduğu anlaşıldı.

“Aferin, koçum!” dedi general onun sırtını sıvazlayarak. “Tabii ki kahramanlık da gerek, ancak dikkat etmeyi unutma. Ancak hayattakiler vatanı savunabilir.”

Ertesi gün onlar bir hamlede köyü aldılar. Kayrat ve Batır birbirinden ayrılmak istemezlermiş gibi hücumun ön safhalarındaydı. Savaşta zaferin verdiği bir coşku olurmuş. Cesurca hareket ederek düşmanı korkutursan sağ kalma şansın daha fazla gibi.

Fakat sevinç uzun sürmedi. Almanlar başka taraftan çizgiyi bozmuşlar, onlar da ablukada kalmışlardı. Taburun yarımı abluka altında kaldı demişlerdi. Yağmur gibi yağan merminin altında kafalarını kaldıramayan askerleri hücum ettirmeye çalışan bölük komutanı ve tabur komiserine mermi isabet etti. Batır Almanlara emekleyerek yaklaşan Kayrat’ın peşine takıldı. Kayrat bir ara duraklayıp arkasından ulaşan Batır’a: “Ablukayı bozmazsak eninde sonunda öleceğiz, hücumu birlikte başlatalım” dedi nefes nefese kalarak. Kayrat konuştuğunda bir şeyleri bilirmiş gibi göründüğü için Batır kafasını sallayarak kabul etti.

Almanlarla mesafe çok yakınlaşmış, sabırsızlanmaya başlamışlardı. Yağan mermi de azalmış, düşman tarafı bir şey bekliyormuş gibi sakinleşti. Batır daha fazlasına dayanamadı, yerinden kalktı: «Hurra!» diye var sesiyle bağırarak öne doğru atıldı. Peşinden Kayrat fırladı. Onun hurra diyen sesi askerlere güç katmış gibiydi. Yüzlerce askerin bağıran sesi Almanları korkutmuştu. Kaçan düşmanı gören Batır ve Kayrat daha fazla coşarak bütün taburun önünden gidiyor. Çok ölü, silah, donanım, toplar... Bir sürü ganimet...

Zafer sevincinden daha iyi hiçbir şey yok gibi. Genelde hiç güler yüzlü olmayan sert ve kaba tabur komutanı bile susmuyor, hep gülüyor.

Bu muharebe Batır’ı meşhur eden bir muharebe oldu. General kendisi hakkında makale yazmak isteyen merkezi yayınların birinin muhabirini: “Benim hakkımda değil, askerler hakkında yazın. O zaman askerin ruhu yükselir. Cesur askerler bizde çok” diye bu taburun komutanına göndermiş. Tabur komutanı ise hiç tereddüt etmeden Batır’ı söylemiş. Orta boylu, kıvırcık saçlı esmer muhabir ona yarım gün kadar zaman ayırarak demeç aldı. Birkaç defa resmini çekti. Batır bütün tehlikede kendisiyle birlikte olan, hem de onu yönlendiren Kayrat’ın biraz moralinin bozuk olduğunu görüp içinden bu duruma çok sıkıldı. Muhabire Kayrat’ın kendisi gibi kahramanlık yaptığını söylemişti, o ise: “Bu generalin bana verdiği görev, bana sıradan bir asker gerek” diye kabul etmedi. Özellikle Batır’ın isminin Rus diline tercüme edildiğinde de “kahraman” anlamına geldiğini duyunca muhabir makalesi için bulunmaz bir detay bulmuş gibi çok sevindi.

Çok geçmeden merkezi gazetede “Cephedeki demeç” adıyla Batır’ın otomatik tüfek tutarak çektirdiği resmiyle büyük bir makale yayınlandı. Batır’a ödül verileceği üzerine fısıltılar dolaşmaya başladı.

Batır savaşa ünlü olmak için gelmediğini ve böyle bir arzusunun olmadığını kendisi de biliyor. Fakat devlet kuşunun ne zaman konacağı belli olmaz. Artık Batır’a hem sıradaki askerler, hem komutanlar bile saygıyla bakıyor gibiydi.

Ancak bu sevinç çok fazla sürmedi. Günlük hayatta iyilik ve kötülüğün birbirinin yerine geçtiği gibi, savaşta bir şeyler üzerinde takılıp kalma imkânı hiç yoktur.

Almanlar amansız hücumlara başladı. Tabur bir buçuk gün yağmur gibi yağan mermilerden kırıldı, toz dumanı çıktı. Bu hücumdan sağ kurtulanlar karanlık bir gece orman içinde kendileri gibi sersemlemiş başka taburun mensuplarına katıldı. Onlar tekrar abluka altına alınmıştı. Ablukayı bozmak istese de bu hareketleri başarısızlıkla sonuçlandı. Sonunda paramparça olan askerden kalanları Almanlar tutukladı.

Tutukluları orman ortasındaki alana inşa edilen hastane ya da sanatoryum olan yarısı yıkılmış bir binanın önüne getirdiler. Silahlarını, sırtlarındaki çantalarını, gaz maskesi ve kutuya kadar her şeyi alarak büyük bir ahırın içine kapattılar.

Ertesi gün tutukluların sayısı daha fazla oldu. Akşama kadar kalabalık bir grup oluştu. Gürültü. Herkes aynı cephede savaşan arkadaşlarını arıyor. Aniden düştükleri bu belirsiz ve korkunç durumda birbirine destek olacak arkadaşa ihtiyaç olduğunu herkes içinden hissetmiş gibi.

Büyük bir üzüntüye boğulan Batır, dostu ve aynı zamanda manga komutanı Kayrat ile bölük doktoru Nikolay Mihayloviç’i ve taburundaki başka tanıdıkları görünce biraz güç toplayıp başını dik tutmaya başladı.

Sonra canlı varlığı bile hayattan bezdiren azap dolu bir seyahat başladı. Tutukluları birkaç sıraya dizerek kolonlar halinde batıya doğru sürdüler. Uzun kuyruğun önü ve arkası hiç görünmüyor. İlk gün yaralılar sedyeye konur, tutuklular da onları kaldırarak taşırdı. Ancak iki gün sonra tutuklular sedye taşımak değil, kendileri bile ayakta zor durabiliyordu. Özellikle cepheye gelen Alman askerine yol vermek için taş yoldan çıkarak karla kaplı yerlerden 15-20 kilometre yol yürüdüklerinde en güçlü sayılan tutuklular bile yorgunluktan iki yana sallanmaya başladılar.

Коlona katılamayan yaralıların ve kaçmak isteyenlerin hepsi vuruldu.

Üçüncü gün önlerinden karlı fırtına başladı. Konvoycuların kendileri bile zor yürüdüğü için yol boyunda bulunan köyün yanındaki bir alanda durdular. Her birine bir kiloya yakın pişmiş patates verildi. Çok acıkmış olan tutuklular patatesi hapur hupur hızlı bir şekilde yiyerek yarısını ceplerine koydular, karla susuzluklarını giderdiler. Sonra uyku bastırarak ıslak karın üzerine yığılıverdiler. Gece yarısından sonra karın yerine yağmur bastırdı, açık alan çamur oldu, suyun üzerinde yatmak mümkün olmadığı için tutuklular sabahı ayakta karşıladılar.

Sabah olunca tekrar yol azabı başladı.

Batır’ın okuldayken tarih kitabından Rusya’ya saldıran Napoleon askerinin yorgun argın geri döndüğünü gösteren bir resmi görmüştü. Fakir fukara gibi paramparça kıyafetli, karlı fırtınada zor ayakları üzerinde duran askerleri o zaman önemsememişti. Yabancı bir ülkeye neden saldırı düzenlemişler ki gibi bir düşünceyle sınırlı kalmıştı. Şimdi kendisi de barışçı bir ülkeye saldırmasa da aynı akıbeti paylaştığını anladı.

Beşinci gün çok yorulmuş olan kolon bir şehrin kenarında iki kat zincirle çevrili bekçi kulesinde birkaç makineli tüfek ve projektörün bulunduğu bir kampa geldiler. Orada ilk defa sıcak yemek yediler.

Fakat yemek sinmedi. Tutukluların arasında yeniden tutuklama hareketi başladı. İkinci defa tutuklananlar Yahudiler idi. Almanlara hizmet etmeyi kabul eden tutuklular kendi hainlik görevlerini Yahudileri göstermekle başlamış gibidir.

“Sen Yahudisin! Bunu saklayamazsın. Sen Yahudisin!” gibi bağrışmalar bütün kampı alt üst etti.

Sonra mahkeme başladı. Erkeklerin cinsi organlarına kadar kontrol edildi. Yahudi olanlar grup grup halinde sürgün edildi.

Doktor Nikolay Mihayloviç’in de başına tehlike çanları çalmış, sonunda zar zor kurtulabilmişti. Nikolay, Rus idi. Geniş alınlı, mavi gözlü ve yakışıklı gencin biraz eğri burnu, aydın görünüşü ve Almanca bilmesi milliyeti belirleyenler tarafından şüpheli bulundu. Fakat Mihaylov çok sabırlı bir insandı. Kendisinin Yahudi olmadığını korkusuzca ispatladı.

Beş gün sonra tutuklular yük trenine bindirilerek tekrar başka kampa götürüldü. O kampın şartları daha da kötüydü. İnsanlar buz gibi yerde uyurdu. Sabahleyin birkaçı yerlerinden kalkamazdı. Yanında yatan adamın ne zaman ölmüş olduğunu bilemezsin. İki adamın biri verem veya dizanteri, ya da soğuktan akciğeri şişmiş olurdu. Sabahleyin kapının önünde yığılan cesetleri bir çukura götürüp gömmek için tutukluların arasından insanlar seçilirdi. Batır, ilkin tutukluların cesetlerini neden gömmek için insanların kuyruk oluşturduklarını anlamamıştı. Meğer onlar cesetlerin kıyafetlerini çıkarır, orada yaşayan insanlara ekmek, patates, bazen de rakıya değiştirirlermiş. Onları bu hareketlerinden dolayı suçlamak zor, çünkü hayatta olanlar bir şekilde yaşamak zorunda idiler.

Kampta humma hastalığı başladı. Önceki cesetlerin sayısı oyuncak gibi kaldı. Şimdi kapının önündeki cesetler dağ gibi yığılmaya başladı. Tecrübeli doktorlara ihtiyaç olduğundan Nikolay Mihayloviç’i revire götürdüler. Batır’ın vücudunda biraz lekeler görüldüğü gün Nikolay yönetimdekilere söyleyip onu revire yatırdı. Revire herkesi almazlar. Hastalara nane ruhu iğnesi yapmak dışında başka tedavi uygulanmıyor. Batır birkaç gün kendinden geçmiş bir halde yattı, üçüncü haftanın sonuna doğru biraz kendine geldi. Fakat felaket beklemediği bir taraftan geldi. Batır’a çocuğu gibi bakan Kayrat’ın kendisi hastalanıp, Nikolay’ın var gücüyle tedavi etmesine rağmen iki hafta sonra vefat etti. Batır için en ağır darbe bu oldu. Batır için Kayrat bir yakını gibiydi, hep ona destek olurdu. Ölürken kimseyi hatırlayamadı. Son sözünü de söylemedi. Böyle olacağını kendisi biliyormuş gibi sessiz öldü. Hıçkırıklara boğulan Batır’a Nikolay ‘senin gözyaşların bitmemiş miydi’ dercesine şaşkınlıkla bakmıştı. Gerçekten de ecelle burun buruna olan tutuklular ağlamanın ne olduğunu unutmuş gibiydiler.

Bundan sonra da Batır birkaç kamp değiştirdi. Sonuncusunda durumları biraz daha iyileşmiş gibiydi. Bir sanayici kamptan işçileri seçmiş, seçilenler arasında gidenler biraz para kazanacak duruma da gelmişti. Batır inşaat işine alındı.

Sovyet askeri Berlin’e yaklaşmıştı.

1945 yılının baharında kamptaki tutukluları, gelen ABD askerleri serbest bıraktı.

Çok sevinmişlerdi. Bu cehennem azabından sağ salim kurtulacaklarına kimse inanmamıştı. Hatta Almanlar yenildiğinde bile o mutluluğu biz yaşayacağız diye kimse düşünmemişti. Kamptaki hor görülme ve zorbalık rüya gibi kayboldu. Bu kadar zorluklardan sonra aniden gelen iltifat ve saygıya alışamadıkları için kendilerini kaybedip ne yapacaklarını şaşırdı. Onlar bu dünyadaki bütün mutluluklara sahip olmuşlar gibiydi. Yemek istersen önünde, istemezsin arkanda. Herkese aynısı verilen poşetin içinde her şey var, kalitesi iyi et ve balık konserveleri, tereyağı, kaşar peynir, çikolata, reçel, hatta sakıza kadar. Bunları tüketip bitirmek mümkün değil.

Kampın yanındaki iki katlı evde yeniden donatılan hastane açıldı. Eski revir içindeki eski püskü şeylerle unutuldu. Başları ağrıdığında veya parmaklarını bir şey keserse hemen hastaneye götürürler. Gençlerin bazıları Amerikalı askerlerle dostluk kurmaya başladı. Aralarında birlikte gezip tozanlar, kızlara birlikte gidenler vardı.

Dünyada nelerin olup bittiğini çeşitli gazetelerden, söylenen dedikodulardan herkes haberdar olmuştu. Berlin’de Rusça çıkan gazetelerin birinde yayınlanan “Tutuklulara sesleniş” adlı makale hakkında konuşmak her günkü bir gelenek haline geldi.

Bu yazıda: “Değerli vatandaşlar, ülkenize geri dönmeyin. Pişman olursunuz! Çok pişman olursunuz!” gibi cümleler vardı. Dönerlerse ne olur, nesi pişmanlık ki? Dönmezse ne olacak? Hayatı boyunca avare avare dolaşacak mı? Bu tür sorular herkesi gece gündüz kafasını kurcalıyordu.

Bu arada Sovyet tutukluları, özellikle bilimsel derecesi olan insanları, çoğunlukla doktorları Amerikan vatandaşlığına geçmeye ikna çalışmaları yürütülüyordu. Bunun için Amerika Birleşik Devletleri ordusuna dahil olup 2. Dünya Savaşı tamamen bitene kadar hizmet etmek gerekmiş.

“Amerika vatandaşlığını almak isteyenler çok. Ancak biz Alman kampında çok azap gören Sovyet insanlarına, yani müttefiklerimize özel ayrıcalık tanımaktayız” diye anlattı Amerikalı subay tutuklularla olan özel görüşmede.

“Mesleği olmayanlar ne yapacak?” sorusuna:

“Amerika’da kimse boş kalmayacakmış. Ülkemizde çalışamayan maluller bile ölmez. Yük taşıyıp, ağaç budayıp veya bekçi olarak çok iyi geçinebilirler (bunları anlatırken elini boğazına götürdü, tokluğun işaretini yapmış gibi oldu). Bu yüzden iyice, acele etmeden düşünün,” diye cevapladı.

Ne kadar düşünse de bir karara varmak kolay olmadı. Bir tehlike gibi siyah bulutlar gökyüzünden üzerlerine gelse de ülkesini, vatanını özleyen yürek hiçbir şeye kanmak ve bakmak istemez.

Amerika vatandaşlığını almak isteyenler de oldu. Bunlar genellikle mülteci olanlar, soyları Sovyet hükümetiyle ilgisi olmayanlardı.

Tutuklular yabancı topraklardaki biraz günlerinin tadını çıkarmak için komşu köylere gidip, ormanları gezmeye başladılar. Anlattıklarına göre Alman kadın ve kızlar yabancıları kovmamışlar.

Doktor Nikolay’ın köye giden grubunda üç adam vardı, biri Batır, cezalı Saşa, mülteci Semyonov şehir kenarındaki ormana gittiler.

Avrupa ormanları çok güzel, bütün ağaçlar elle dikilmiş gibi dümdüzmüş. Her ağaç, her bitki sayılmış gibi. Kalın çam ağaçlarının içinden yemyeşil alana çıkınca da kısa otlara kadar her şey sıralı, berbere gidip kestirilen saç gibi düzgündü.

Önlerinde küçük bir köy göründü. Köyün yanından geçen yolun kenarında çoluk çocuk, kadınlar çeşitli meyve, tereyağı, süt ve başka erzak satmaktaydı. Dört adam kenarda duran genç bir kızın yanına geldi. Nikolay Almanca iyi biliyor.

“Bize satacak neyiniz var?” dedi o kızın önündeki yığılmış patates, hayvanın iç yağı, eski kıyafet gibi şeyleri görmesine rağmen.

Kız sessizce önündeki şeylere elimdekiler bunlar dercesine baktı.

Nikolay kızın adını sordu.

“Аnna,” dedi kız çok terbiyeli bir ses tonuyla. İpek gibi yumuşak saçı göğsüne kadar inmiş, açık kahverengi gözleri cam gibi parlak, ince dudaklı, narin açık tenli kız esen rüzgarda sürüklenip gidecek gibi.

“Slav değil misiniz?” diye sordu Nikolay kızın yüzünü inceleyerek baktıktan sonra.

Kız bir suçunu itiraf eder gibi bir sesle:

“Babam Alman, annem Leh,” dedi.

“А-а-а...” Nikolay öyleyse anlaşıldı der gibi kafasını salladı. “Lehçe biliyor musunuz?”

“Biliyorum,” dedi kız eskisine göre daha sevinçli bir halde.

Nikolay da çok sevindi:

“Benim de annem Polonyalı. Anne tarafımdan Leh kanı var. Sizinle akraba çıktık.”

Genç kız gülümseyip birazcık kızardı.

Nikolay oynak bir sesle:

“Benim başım bağlı. Bizim delikanlılara bakmaz mısın?” diye biraz düşündü, sonra Batır’ı eliyle tutarak. “Aralarındaki en iyisi bu...”

Kız Batır’a utana sıkıla baktı, tekrar kızardı. Ölüm ve yaşamın sınırında olan, kanları kararmış, saflık ve güzellik kavramını çoktan unutmuş olan delikanlıları bu kızın boyundaki nezaket ve saflık çok etkiledi.

Nikolay cebinden çikolata alıp kıza verdi. Kız kafasını salladı.

“Affedersiniz, alamam. Benim size verecek hiçbir şeyim yok.”

“Hiçbir şey gerekmez.”

- Lütfen affedin, alamam. Kusura bakmayın.

Nikolay ne yapacağım diye şaşkınlıkla biraz durduktan sonra güldü.

“Ben senin yerinde olsam, bu kız için canımı feda ederdim,” dedi Batır’a bakarak.



Dördü köyün dışında bulunan gölde suya girip, biraz güneşlendi, akşama kadar doya doya dinlendi. Böyle durumlarda en çok konuşan Nikolay olurdu. Çoğunlukla ezbere şiir söyler ve herkes onu başka şairlerin şiirlerini okuyor diye düşünürken, o kendi şiirlerini okurmuş.

Mülteci Semyonov Fransa’dan ya da Belçika’dan gelen bir askerden duyduğunu söyledi. O tarafta tutuklu olanlara ayrı bir hürmet edilirmiş. Garda herkesle birlikte devlet başkanları, belediye başkanı, tanınmış devlet adamları bir araya gelerek çiçekler ve orkestra ile karşılıyorlarmış.

Batır da “Keşke, bizleri de bu şekilde karşılasalar” diye düşündü.

Semyonov öğrendiği ikinci haberi de anlattı, İngiltere’de ise dönen tutukluları kucak açarak karşılamakla birlikte vatanı ve ailesini koruduğu için özel bir medalya takarlarmış.

Bu haberi duyan Nikolay:

“Keşke İngiliz olarak doğsaydım!” dedi. Onun bu sözlerine kalanları güldü gülmesine, ama aynı duyguyu da yaşamışlardı.

Dört adam geldikleri yolla geri döndü. Deminki yol kenarında oturanlardan elli adım uzadıktan sonra:

“Sen o kızın yanına git ve biraz konuş,” dedi Nikolay Batır’ı elinden tutarak durdurup. “Sana iki üç defa baktığını gördüm. Ah, keşke!” dedi sonra çaresiz kalan biri gibi.

Batır coşkulu biçimde kızın yanına geldi.

“Batır,” dedi kıza elini uzatarak gülümseyip.

“Аnna,” dedi kız da oynak bir sesle bebeğin eli kadar yumuşacık elini tutturup.

“Affedersiniz,” dedi Batır yarım yamalak Almancasıyla. “Almancam pek iyi değildir...”

“Benimle Rusça da konuşabilirsiniz,” dedi Anna su gibi Rusçasıyla.

“Harika!” diye Batır gerçekten sevindiğini gösterdi. “Bizler Sovyet tutuklularıyız. Savaşı, kampı, açlığı her şeyi yaşadık. Sizin gibi güzellere bakarak konuşmayı çoktan unutmuşuz... Dünyada sükunet ve huzur dolu bir hayattan değerli hiçbir şey yokmuş. Bu hayatta mutlu olmak yetmezmiş, barışın ve huzurun da olması gerekir.”

Аnna konuşmanın devamını dinlemek istercesine ona doğru yaklaştı. Batır kendisini bu kadar ilgiyle dinleyecek birinin bulunduğuna hem şaşırmış, hem sevinerek serbestçe çok şey anlattı. Anna’yı çoktan tanıyormuş gibi. Konuştukça çözülüyor, göğsündeki kederden yavaş yavaş arınmaya başlamıştı. Canını çok acıtan Kayrat’ın ölümü hakkında anlattığında sesinin titrediğini, gözlerine gözyaşının nasıl geldiğini kendisi de fark edemedi. Aniden Anna’nın da ağladığını görünce çok şaşırdı. “Ne kadar nazik ve narin bir kız! Bu kadar katı bir hayatta bu kadar narinlik nasıl korunmuş?” Batır kendi kalbinin de yumuşamaya başladığını hissetti.

Anna da kendisi hakkında anlattı. Kendi babası Lehmiş. Annesi çocukları küçükken ondan ayrılmış, sonra bir Almanla evlenmiş. Üvey babası iyi bir adammış. Çocukları hiç üzmeden büyütmüş. Kendisinden dört yaş büyük ağabeyi babasıyla birlikte savaşa alınmış, ikisi de ölmüş. Ailesinde annesi ile ikisi kalmışlar. Küçücük yerleri, hayvanları varmış.

Batır giderken cebindeki çikolatayı Anna’ya verdi. Anna biraz düşündükten sonra elini uzatıp çikolatayı alırken:

“Teşekkür ederim!” dedi usulca.

Batır’ın kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı.

“Görüşürüz,” diyerek elini uzattı.

Аnna bebek eli kadar yumuşacık elini tekrar tutturuverdi. “Ne kadar narin bir el!”

Batır biraz uzaklaştıktan sonra yaşadıklarını kendince tahlil etmeye çalıştı. Hangi yöne gideceğini bilemediği bir anda bu karşılaşma Batır’da tatlı bir umudu uyandırmış, hiç bilmediği yeni bir hayata el sallayıp çağırıyor ve cezbetmeye çalışıyordu. Ancak içinde bir korku var. ABD ordusuna kaydolup, Amerika vatandaşlığını almanın sonu neyle biteceği ne kadar belirsizse, bu da onun gibi belirsiz bir şeydi. Bu yüzden tehlikeli olduğunu bilmesine rağmen ülkesine dönme kararı iyice yerleşmeye başladı.

Bu arada hayatını başka yöne çevirebilecek yeni bir olay oldu. Tatar arkadaşı Gumar, hastanede tanıştığı hemşireyle evlenmeye karar verdi. Yani Almanya’da kalma niyetinde. Gumar, Batır’la samimi arkadaş olmuştu, ona tavsiyelerde bulunurdu. Kendisi aydın bir ailede yetişen bilgili biri. Babası halk düşmanı diye infaz edilmiş. “Eğer ülkemize geri dönersek bizi vatan haini maddesi bekliyor. Bunun sonu neyle biteceğini bir Allah bilir. Halk düşmanının çocuğuna af olmadığı belli... Bunların dışında oradaki yakın akrabalarımız için de bu durum iyi olmayabilir. Biz memlekette aslında kaybolanlar ve kahramanlıkla ölenler arasındayız. Bu yüzden Amerika vatandaşlığını almak için ABD ordusuna kaydolalım. “Doğduğun yer değil, doyduğun yer vatanındır” demişler, sağ salim olursak zaman düzelirse biz değilsek bizden sonraki neslimiz vatanlarını bulurlar”, diye Batır’ı ikna etmeye çalışıyordu. Kendisi bu kararı almıştı. Kızın babası savaşın ilk yıllarında yaralı olarak dönen gazi imiş. Hayatı devam ettirecek geliri de varmış.

Gumar giderken Batır’la görüştü:

“Ben çok düşündükten sonra bu karara vardım,” dedi o bu kararından kesinlikle vazgeçmeyeceğini bildiren bir sesle. “Halk düşmanının çocuğu suçuyla mahkemelik olmak istememiştim, kampta ölen Saka gencinin kimliğini ele geçirmiştim. Saka adı dışında her şey, Ruslarınki gibi... Dönecek olursam bu kimlikle dönecektim. Adı soyadı Boris Nikolayeviç İvanov. Hırsızlar âleminde bulunan biriymiş. Onun arkadaşları Belarus’a geldiğinde savaş başlamış, abluka altında kalmış ve tutuklanmış. Daimi bir adresi ve kimsesi de yok. Bütün hayatını ağzından kendim için yazmıştım…” Gumar bu arada bir şeyleri düşünüyor gibi sessiz kaldı. Sonra Batır’ın yüzüne bakarak: “Ben bu kimliği sana vermek istiyorum,” dedi. “Allah yardımcın olursa belki kullanırsın, yaramazsa da kendine iyi bak kardeşim.”

Batır kimliği aldığında tekrar duygulandı. Göz önüne Anna’nın güzel yüzü geldi. Gumar gibi bende mi kalsam diye düşünmeye başladı. Tutukluların içinde siyasetten anlayan, ilişkileri pek güçlü özel bir grup vardı. Onlar aslında mülteciler. Uzun uzun düşündükten sonra Batır onların yardımıyla çok eskimiş olan kimliğin silinmeye başlayan resmini değiştirmiş ve böylece bir zamanlar sabıkalı bir grubun aktif üyesi olan Saka delikanlısının adını almıştı. Kendisi bundan bir şey çıkacağını hiç beklemiyordu. Canını kurtarmak için bir şeylerin yapılması gerektiğini düşündü.

Tutukluları Sovyet ordusunun ele geçirdiği bölgeye ulaştırma işlemleri başladı. Stalin resmi asılı olan arabalar sıralar halinde duruyordu. “Vatanım! Bizleri önümüzde tehlikeler karşılamasına rağmen sana doğru geliyoruz. Allah yolumuzu açık etsin!” Herkesin gönlünde bu düşünce vardı.

Fakat vatanlarıyla özlem gidermek kimsenin kısmeti değilmiş. Tutukluları Sovyet sınırına gelmeden orta yolda Prag şehrinde karşıladıktan sonra hemen orada sorgulama başladı. Bekledikleri ümit, her şey boşuna idi. Tutuklular on beş, yirmi yıl, en asgari on yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Üçüne infaz cezası verildiği üzerine dedikodu yayıldı. Batır, Boris İvanov adıyla on yıl hapis cezası aldı. Duruşması sadece on beş dakika sürdü. Kaç yıl hapis cezası vereceklerini önceden kararlaştırmış gibiler. Hem hâkimin, hem savcının, onların kaderini daha derinden incelemeye hem vakitleri hem de istekleri yoktu. Onlar toplantının çabuk bitmesini ve evlerine hemen gitmek isteyen insanlara benziyordu.

Sonra diğer tutuklular Batır’ın sadece on yıl aldığı için şanslı olduğunu düşündüler.

Böylece eski tutuklular tekrar aynı şekilde tutuklu olmaya devam ettiler. Sadece mekânları değişti: eskiden Alman topraklarında idi, şimdi ise kendi ülkelerinde.

Savaşta dökülen kan, Alman kampında çektikleri azap, gördükleri horlanma, açlık ve hastalık bunların hepsi değer kaybeden para gibi anlamını kaybetmiş, şimdi her şeye sil baştan başlamak gerekiyordu. Buna insanoğlunun sınırlı hayatı ve gücü yeter mi, yetmez mi, o tarafını sadece bir Allah bilir. Fakat bunu kimse önemsemiyordu.

Bir ara onları batıya doğru sürdüler, sonra pencerelerine demir parmaklık yapılan uzun yük treniyle doğuya doğru gönderdiler. Nereye götürecekleri de belli değildi. Bitmeyen uzun bir yolculuk... Novosibirsk, Krasnoyarsk arkada kaldı. Bir ara Baykal diye bağrıştılar, sonra da Habarovsk’e geldik denildi. SSCB’nin topraklarının bu kadar büyük olduğunu herkes o zaman anlamıştı.

Sadece Doktor Nikolay sessizce düşüncelere dalarak pencereden dışarısını kıpırdamadan seyrediyordu. Bazen de gördüğü şeylere sevinerek arkada kalan ormanlara daha da çok bakıyordu.

Bir ara:

“Benim çocukluğum buralarda geçti,” dedi yanında duran Batır’a dönerek. “Belki ondandır doğayı çok seviyorum. Ormanın içinde tek başıma yürüyüş yapmayı çok seviyorum. Canını temizler, keder kaygını alır. Tanrı ile konuşmuş gibi olursun.”

Nikolay hem görüntüye, hem olanlara felsefi anlam yükleyerek konuşurdu. Uygunsuz ve yakışıksız hareketleri gördüğünde sessizce kafasını sallayıp soğuk bir yüz ifadesiyle gülümserdi. Ve bu gülümsemesinde felsefi alay var gibi görünürdü Batır’a. Eskiden beri tanıdığı eski dostunda ancak bu özellikleri kalmıştı. Batır’ın Saka genci kimliğine bürünmeyi de ilk ona danışmıştı. O zaman Nikolay onun bu kararını anlayışla karşılayıp desteklemişti.

Tren önce Vladivostok’ta durdu, sonra tutukluları şehirden yetmiş kilometre uzaklıktaki limanla yan yana duran kampa getirdiler.

Tutuklular dışı balçıkla sıvanmış ahşap barakalardan oluşan kampın içine girmeye başladığında Nikolay Batır’ı eliyle dürttü:

“Gördün mü şunu?” dedi kampın kapısına işaret ederek.

Kapıda: “Hürriyete kavuşturacak tek yol çalışmaktır” yazısı vardı.

“Sana bir şeyleri hatırlatıyor mu?” dedi fısıldayarak.

Nasıl da hatırlamasın! Her şey aklında!. Alman kampının kapısında da tam böyle bir yazı vardı. Unutmadıysa, o yazıda: “Çalışma insanı hür eder” şeklinde yazılmıştı. Batır yanlarından geçen konvoycudan çekindiğinden hiçbir şey demedi.

Kampta değişik tutuklular vardı. Aralarında savaşta esir düşen askerler, Almanya’ya işçi olarak sürülen basit halk kesimi, mülteciler, zamanında meşhur olan âlim, yazar, sanatçı, siyasetçi, yabancılar, savaş gazileri, onların çocukları, hırsızlar, insan öldüren, hırsızlık yapan haydutlar, hatta Alman tutuklular bile var.

Bir özelliği Sovyet kamplarının esas sahipleri suçlu örgütlü gruplardı. Kamp idaresindekiler bile onların yaptıklarını görmezden gelmeye çalışır. Herkesin evinden gelen temiz kıyafetleri, taze erzaklarını ele geçirmek, ağaç kesimi ya da ağaç yükleme sırasında kazayla oldu diye insanları öldürmek onlar için hiçbir şeydi. Birkaç tane örgütlü grup var. Birbiriyle de rekabet ederler. Bir grup çok güçlendiğinde diğer gruplar birleşerek o grubu bastırmaya çalışır. Suç dünyasında baştaki lidere kölelik yapmak hat safhada.. Onun emrinden daha güçlü hiçbir kanun yoktur. Patronun verdiği emir yanlış da, doğru da olsa uygulanmalı. Kampta uzun zamandan beri bulunanların söylediklerine göre buradaki yönetim bile onlarla sıkı ilişkideymiş. Kanundışı ticaret işleri ya da ortak çıkarları var gibi.

Kamptaki hayat insanlar için uygun bir ortam değildi. Çünkü seni insan yerine koyan kimse yok. Hayvan da değilsin. Hayvan olmadığını kendin de iyi bilirsin. Fakat hayvan şartlarında yaşam sürdürdüğün bir gerçektir. Hayvan şartlarına, ya da netleştirince kölelik duruma sessiz kalır, sabredersen, hem yönetimin, hem önündeki yemeğini zorla alan haydutların da hoşuna gidersin. Ancak belirli zaman geçtikten sonra kendi kendinden hoşlanmamaya, nefret etmeye başlarsın. Herkes geveleyen, kendi halindeki sakin insanları yem eder. O zaman karşı gelmeye, razı olmamaya, isyankârlığa sürüklenirsin. Belki de herkes kendine yapılan haksızlık karşısında sessiz kalmayabilir, fakat bu duyguyu dışa vurmaya cesaret edemezler. Hayat sadece bir defa verilir.

Nikolay bir hafta sonra doktor olarak hapishanedeki hastanede çalışmaya başladı. “Benim bahtım mesleğimdir. Bütün tehlikelerden bu doktorluğum sayesinde sağ kaldım. Dünyanın neresine gidersen git doktor için iş bulunur” derdi.

Batır barakada başka yakın tanıdıkları olmadığı için yanında kalan gözlüklü dazlak kafalı Kozlov adlı bir adamla konuşurdu. Kozlov herkesin anlattığına göre büyük bir âlimdi. Ruh hastalığına yakalandığı için hafızası zedelenmiş. Batır’ın adını unutur, tekrar tekrar sorar, kendini tekrar tanıştırırdı. Sonunda Batır’ın ismini ezberledikten sonra kendisi hakkında anlatmaya başladı. Sonra ona yakınlaşıp fısıldayarak sordu:

“Boris, sana kaç yıl verildi?”

“Оn yıl.”

Коzlov on yılı hesaplar gibi tavana bakarken sessizleşti, sonra:

“On yıl genç adam için hiçbir şey,” dedi bir şeyi beğenmemiş gibi yüzünü buruşturarak. “Yeter ki sağlık olsun, yarın biter. Kesin özgürlüğe kavuşursun. Benim cesedim ise burada kalır. Benim yaşayacağım çok kalmadı. Alın yazımız bu ise fazla içerlemeye gerek yok. Bu yüzden kaderini olduğu gibi kabul ederek onunla anlaşmak gerek. Benim kafamı kurcalayan bu değil, başka şey...” Коzlov başka konuya geçmeden, iyice düşünmek istemiş gibi tekrar sessizleşti. “Evet, başka…” dedi sözlerine devam ederek. “Leningrad’da benim kızım yaşıyor. Adı Olya, Olga Aleksandrovna. Sen hapisten çıktıktan sonra onun yanına git, benim selamımı götür. Baban suçsuz diye söyle. Tamam mı?”

Batır kendisinin Kazakistanlı olduğunu, o taraftan Leningrad’a özel olarak gidemeyebileceğini, bu yüzden söz vermeye cesaret edemediğini söyledi. Коzlov: “A-a, öyle mi” diye anlamış gibi yaptı, sonra o ricasını tekrar etmeye başladı. Sonunda Batır: “Tamam, mutlaka söyleyeceğim” diye ondan zor kurtuldu.

Sakin yapılı bir aydın olan Kozlov tamamen korumasız olduğundan çekmediği ızdıraplar yok gibi. Haydutlar önündeki yemeğini alır ve onunla dalga geçerlerdi. Batır yaşı ilerlemiş büyüklerin onlar tarafından aşağılanmasına dayanamayıp araya gireceğim diye kendi başına bela almış oldu. Şimdi onlar Batır’ın peşini bırakmıyorlardı.

Onlar kamptan on kilometre mesafedeki yerde vagona kütükleri yüklerken kavga çıkardı. O gün hava kemikleri sızlatacak kadar çok ayazlıydı. Batır kafasındaki şapkasının bağını bağlamadan dışından atkı ile sarmıştı. Kısa boylu çocuk gibi bir adam Batır’ın şapkasını alarak kaçtı. Batır onu peşinden kovalayıp yakaladı ve ensesinden öylesine bir vurdu ki, adam sırtüstü düştüğünde elindeki şapka bir hayli uzağa uçtu. Batır şapkasını giyip bağını bağladı, yerine geldiğinde peşinden “Bizim adamımız dayak yiyor” bağrışması duyuldu. Çalıştığı yere gelen Batır’ın yanına üç adam geldi. Kütüğü Batır’la birlikte kaldıran Gürcü adam:

“Gençler, gençler” dedi af dilemiş gibi iki elini yukarı kaldırarak, “Anlaşalım. Ne olduysa da her şeyi barışçı bir yolla çözelim. Tamam mı, arkadaşlar?”

“Hayır, sen karışma,” dedi ona tilki şapkalı kırmızı yüzlü adam. Geçen defa Kozlov’un yemeğini önünden alan haydut olduğunu Batır tanıdı. “Bizim seninle işimiz yok. Çekil önümden.”

Kırmızı yüzlü adam Batır’a yiyecek bir adam gibi yaklaşınca vuracak birinin bulunmasına sevindiği gözlerinden okunuyordu. Arsızca gülümseyerek Batır’ın yüzüne baktı.

Batır onlarla anlaşamayacağını hemen orada anladı. Savaşı yaşamış olan, Alman kamplarının cehenneminden geçen, ecelle birçok defa yüz yüze gelen Batır, kritik bir anda cesur bir kararın alınması gerektiğini biliyordu. Doğrulup bir şeyler söylemek isteyen haydudun ağzını açtırmayıp, şakağına sert bir şekilde vurdu. O, kesilmiş bir ağaç gibi düştü, ölmüş adam gibi hareketsiz kaldı. Kalan ikisi Batır’dan bunu beklememiş olmalı ki, birbirine şaşkınlıkla bakakaldılar, sonra ceplerinden bıçaklarını çıkardılar. Batır yerden kalınca bir sopayı eline aldı, saldırılarını beklemeden onlara doğru atıldı. İki haydut önce ayrılarak kaçmışlardı, sonra tekrar dönüp Batır’a iki taraftan hücum ettiler. Batır elindeki sopasını onların yüzüne sallayarak yaklaştırmıyordu. Bir vuruşu bıyıklı olanın tam kafasına isabet etti. Onlar da yerden sopa aldı. Küfürleri savuran ikisi Batır’ı iki taraftan sıkıştırmaya başladı. Batır kelebek gibi yerinde dönerek kendini var gücüyle savunmaktaydı. Kendisini tutmak isteyen bıyıklının eline vurarak bıçağını yere düşürdü. Bu sırada tam arkasından ağır nefes ve karda yürüyen ayak seslerini çok net duymuştu. Eliyle kendini savunmaya çalışarak hemen arkasına döndüğünde karnına saplanan bıçaktan sol eli canı gitmiş gibi uyuşarak geriye geriye giderken sırtüstü düştü. Yatarken göz ucuyla bıyıklının yerde bir şeyler aradığını fark etti. Batır hemen sağ eliyle yerden destek alarak kalkmak istediğinde eline sert bir şey ilişmiş oldu: bıçakmış. Bıyıklının aradığı bıçağın yanına düşmüş. Batır bıçaktan tutunarak yerinden kalktığında vaziyet hemen değişti. İki haydut kavganın bu şekilde bittiğini bildirerek Batır’dan gözlerini ayırmadan geriye çekinerek gitmeye başladılar. Giderken de kendine gelemeyen kırmızı yüzlü adamı yerinden kaldırarak beraberinde götürdüler. Elleriyle boğazlarına işaret ederek Batır’a güç gösterisinde bulundular. Bu hareket “sen artık bir ölüsün” demekti.

Kıyafetinin dışına çıkan kanı gören Gürcü, Batır’ın hemen düğmesini açarak sol elini gömlekten çıkarıp karnının üst kısmına mendille bağladı. “Kimseye bir şikâyette bulunma, bundan hiçbir şey çıkmaz” diye akıl verdi.

Kampa geldikten sonra Batır, Doktor Nikolay’ın yanına gitti. Kütük düştü, karnına büyük bir çivi girdi diye açıkladı olanları. Nikolay müdüründen izin alıp Batır’ı hastaneye yatırdı.

Kamp müdürü kavga olduğunu öğrenmiş. Bekçiler görmüşler. Ancak neden olduğu belirsiz, haydutları değil, sadece Batır’ı cezalandırmış. Hastaneden çıkar çıkmaz önce ceza bölgesi olarak sayılan ara kampa kapatıldı. Bundan sonra son grupla Kolıma’ya sürgün edilecek. Ceza bölgesindeki durum çok ağırdı. Günde iki defa yarım porsiyon yemek veriliyor: kuru ekmek ve eskimiş tuzlu balık. Barakanın içi çok serin, en altta uyumak mümkün değil. Tutukluların çoğu hasta... Bütün gece öksürdü. Kontrol edenler çok sertti. Batır Kolıma’ya sürgün edilecek günü takatsizce bekledi.

Grubun yola çıkmasına bir hafta kala ara kampa beklemediği bir anda Doktor Nikolay geldi. Batır onun gelişini doktorlukla ilgilidir diye düşünmüştü. Böyle değildi, onu da ceza bölgesine göndermişler.

“Niçin?” sorusuna:

“Kadın meselesiyle ilgili,” diyor Nikolay kendisinin felsefi alaycı gülüşüyle.

Nikolay yakışıklı bir adam olduğundan kadınlar arasında itibarı vardı. Fakat ilginç olanı o kızların peşinde değil, kızlar onun peşinde koşardı. Gencecik hemşire kız peşini bırakmıyordu. Ondan dolayı olmalı.

“Mutsuzluk seferine birlikte başlamıştık, sonuna kadar beraber olalım,” dedi tekrar bu gülümsemesi ile Batır’a bakarak.



Yola çıkmak isteyen gemilerin birinde büyük bir patlama oldu, birçok insan öldü, başka gemiler de işten çıkmış, bundan dolayı ilgili sefer yarım aydan fazla zamana gecikmişti. Sonunda sonbaharın ilk ayında kilometrelerce uzayan kalabalık tutuklular grubu deniz kenarıyla yaya götürülerek gemiye bindirildi.

Geminin içi hapishaneyle aynı.. Geminin ambarında kapalı kalıyorsun. Güverteye ancak tuvalet yapmak için konvoyla çıkarsın. Orada da kapalı bir gökyüzü, dinmeyen boz yağmur, kurşun renkli uçsuz bucaksız deniz, arada bir denizde yüzüşen yunusları görürsün. Daha önce gemiye binmeyenlerin başları dönmüş, midesi bulandığı için yemek yiyemeyip, kusarak azap çekenler de az olmadı.

Sadece Nikolay neşeliydi. Tekrar doktorluk görevini yerine getirdiği için gemi içinde serbestçe dolaşabiliyordu. Dışarıya çıkıp geldikçe geminin nerelere geldiğini, şimdi nereye gideceğini, denizin gündüz ve akşam hallerini anlatarak bir şeylere şaşırmış gibi kafasını sallardı.

Gemide birbirinden hiçbir farkı olmayan sıkıcı günler geçiyordu. Hastaların arasında ölüm olayı çoğaldı. Cesetleri çuvala koyup denize atarlardı. Bu da cesetleri denize defnetme töreni olarak sayılırdı.

Hava soğumaya başladı. Denizin üstünde buzlar göründü. Ne kadar gittiklerini bir tek Allah bilir, ayazlı günlerin birinde tutukluları bir nehrin kenarına indirdiler. Bundan sonrasında gemi gitmezmiş. Nehrin üstünü buz kaplamıştı. Patlamadan dolayı gemi yolculuğu çok gecikmişti. Şimdi ayazlı bir kışta tundra ve tayga ormanları aracılığıyla yaya yürüyecekler.

Grup birkaç küçük gruplara ayrılarak ayrı sıralar halinde gönderildi. Sıfırın altında yaklaşık elli derecelik ayazda yol yürütmek için ufak gruplar daha uygundu. Binden fazla insanı doyurmak, onlara yatacak yer bulmak kolay değildi.

Тundra ormanının ıssız doğasında insanların halinden anlamayan bir katılık var gibiydi. Güneş parlamasına rağmen dağıttığı ışıklarda hiç sıcaklık yoktu, tam tersine çok soğuk ayaz saçıyor gibiydi.

Batır yaşadıklarını hatırladı. Bundan beş yıl önce Alman konvoylarının ablukasında iki yüz kilometrelik yere yaya sürülmüşlerdi. Şimdi de ona benzer ızdıraplı yolculuk tekrar başladı. Sadece tüfeklerini doğrultup iki taraftan onları sürenler, kendisinin çok sevdiği vatanının bekçileriydi. Onların sert davranışları Almanlarınkinden eksik değildi. Kaçmak isterse onlar da vurabilir. Ancak kaçacak yer yok. Yolda üşüyüp ölmek istemiyorsan bu gruptan ayrılmaman gerek.

Yolun boyunda yüzleri karla, otlarla aceleyle kapatılan ölüler de görünmeye başladı. Grup geceleyin konaklayacak yere ulaştı. Ateşler yakıldı. Yemeksiz sıcak çay getirildi.

Kenarda oturan Batır’ın yanına gelerek oturan biri:

“Selam,” dedi onu eskiden beri tanıyan biri gibi.

Dönüp baktığında tanıdı, geçendeki kavgada yaralandığında kendisine yardım eden Gürcü genciydi. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra o Batır’a yaklaşarak:

“Sana söyleyeceğim çok önemli bir konu var,” dedi fısıldayarak.

“Bu ne işi” demek isteyen Batır onun yüzüne baktı.

“İstasyonda seninle kavga eden üç serseri bize karşı olan grubun adamlarıydı,” dedi o ateşi elindeki sırıkla karıştırarak. “Onlar sırtlan gibiler. Onlar seni öldürmek istiyorlar. Onlardan sağ kurtarmak için idareye söyleyip seni ceza bölgesine gönderttiren bizim patron. Оna da ben söyledim. Cesur gençleri severim. Sırtlanlar cesurlardan korkar. Bir çaresini bularak seni yok etmek istiyorlar. Tehlikeden hâlâ kurtulmadın, onların her yerde adamları var. Seni bir defa biz kurtardık, bundan sonra da bizden başka seni kimse koruyamaz. Bize katılman lâzım, iyice düşün. Kabul edersen seni daha sonra patronla tanıştıracağım.” Gürcü bundan sonra tamamen başka bir ses tonuyla bugünkü sefer, hava durumu, tundranın tabiatı hakkında konuştu.

Bu konuşma Batır’ı çok şaşırttı. Başına ölüm tehlikesi geldiğini, onun hayatını kurtarmak için tanımadığı birilerinin harekete geçtiğini bilmiyordu. Ceza bölgesine oturtmak, başka kampa sürülmeyi kamp yöneticilerinin adaletsiz kararı diye düşünmüştü. Bütün vücudunu korku kapladı. Gürcüyle kendisi birbirine sırtlarını yaslayıp ateş başında uyuklayarak sabahı karşıladılar. Herkes birbirine sırtlarını vererek uyumaktaydı.

Sabaha karşı kolon yola çıktı. Bağırsakları bile titreten, kemikleri sızlatan soğuktan hiçbir şey düşünemiyorlar. Hatta yorgunluk ve açlık bile unutuldu. Bir anlık bile olsa ısınacak yerden başka bir arzuları yok. Yüzleri üşümüş, sakal ve bıyıklarına buz donmuş tutuklular acınacak durumdaydı. Fakat elleri ve ayaklarını üşütmüş, gidilecek yere ulaşamayacaklarını bildikleri halde kendilerine kıyamayan, grubun sonunda sopaya dayanarak zor gidenlerle öndekiler karşılaştırılınca onların durumunun iyi olduğunu söylemek mümkündür.

Коlon dördüncü veya beşinci gün sahipsiz bir ahırda geceledi. Artık güçleri tükenen tutuklular için ahır bir otel gibi görünmüştü. İlk defa uyumuş, biraz da olsa kendilerine gelmişlerdi.

Nihayetinde iyice bitap düşmüş, yol boyunca yüzleri otlarla kapatılan cesetleri bırakarak gelen tutuklular son noktaya ulaştı. Tutuklular kampa girerken köpekler havlıyorlardı. Ayaklarına zar zor basarak giren tutukluların yüzünden hiç sevinç duygusu okunmuyordu. Çünkü onların ne sevinmeye ne de kızmaya güçleri yoktu.

Kampın bulunduğu yerde maden işleme fabrikası vardı. Tutuklular kış boyunca maden ocağında çalışır, yaz çıkmaya başlayınca çıkarılmış madenleri gemiye yüklerlerdi. Birileri, çoğunlukla cezalı olanlar ormandan ağaç keser. Bu en ağır iş olarak sayılırdı. Çünkü tükürük yere buz olarak düştüğü 50 derecenin altındaki ayazda dışarıda çalışmak gerçekten bir cehennem azabı gibiydi. Ceza almak çok kolaydı, siyasetle ilgili ağzından çıkan bir kelime bile kamp yönetiminin kulağına aynı anda ulaşırdı. Yaz ortasında nehir kenarında duran dubadan kömür indirmek de zor işlerim biriydi. Çünkü geminin işlediği yaz mevsimi çok kısa. Bu kısa sürede kışlık kömürü ne pahasına olursa olsun indirmek gerek.

Böyle bir kömür indirme sırasında Batır’ın başı tekrar belaya girdi. Altta kömür koyarken onun üzerine güverteden demir fıçı düştü, eli kırılan Batır hastanelik oldu. Kolunu alçılayıp sararken Nikolay “güverteden demir fıçı düştü” sözünü duyduğunda:

“Fıçı nasıl düştü?” diye sordu Batır’dan gözlerini ayırmadan.

“Aniden olabilir.”

Nikolay sessizce Batır’ın kolunu sardı, sonra kafasını sallayıp biraz düşündü.

“Geçen ay hastaneye geçmeden aynı bu olay benimle de oldu,” dedi sonra. “O zaman fıçı benim kafama düşmüştü. İki haydut beni öldürmek istemiş. Kim bilir, ben ne yapmışım onlara. Bunu onlarla ilişkisi olan bir adam söyledi. Ben bittim diye düşünmüştüm. Fakat şansıma dubadaki teknik ispirtoyu içip ölenlerin arasında onlar da vardı. Allahın kendisi kurtardı diye düşündüm. Eğer bu da o durum gibiyse, çok dikkatli olmak gerekir.”

Batır olanları Gürcü’ye (Gürcü adama böyle derlerdi) anlattı. Gürcü ertesi gün işin astarının farklı olduğunu, Batır’a onların grubuna dahil olmak dışında başka çaresinin kalmadığını söyledi.

“Tamam, gireyim,” dedi Batır ona memnun olmadığını sesiyle hissettirerek. “O zaman sizler beni nasıl koruyacaksınız?”

“Grubumuzun üyelerini korumayı bizler kutsal görevimiz olarak sayıyoruz,” dedi Gürcü and içiyormuş gibi sesini yükselterek. “Bu bizim yasamız. Sen bize üye olursan, bizim talebimizi yerine getirirsen, biz karşı tarafla anlaşmaya çıkacağız. Senin bize üye olduğunu, artık sana kimsenin dokunamayacağını söyleyeceğiz. Yoksa, kan kana. Bunu onlar da iyi bilir. Bizde her yeni üyeye eski üyelerin biri garantör olur. Sana ben garantör oldum. Artık senden ben sorumlu olacağım.”

Batır her şeyi anladı. Hayatının tehlikede olduğunu, tehlikeden kurtulmanın bundan başka yolu olmadığını, fakat bundan sonra hiçbir zaman düzetilmeyecek bir hata yapacak gibi kalbi de sızlamaya başladı.

Gürcü, haydutların huylarını iyi bildiğinden o gece bir şeylerden şüphelenerek yerini değiştirip Batır’ın yanındaki ranzada uyudu. Ertesi gün Batır ona kabul ettiğini bildirdi. Bu andan itibaren yasası, yargısı bulunan ve bunları temel alan organize suç örgütünün yasal bir üyesi oldu. İlk başta alışamıyordu; bu durum, başka yabancı bir ülkeye taşınmış gibi bir etki yaptı. Bütün hayatını gözden geçirdiğinde: “Yetiştiğim toplumun organize gruptan ne farkı var? Hükümetin yaptığı suç bunlarınkinden az mı olmuş? Öyleyse suçlu grubun hangisinde olduğunun ne farkı var?” diye kendisinin kabul ettiği kararını yasalaştırmış gibi oldu.

Artık Batır’ın iki müdürü var: birisi kamp müdürleri, ikincisi organize grubun atamanı. Suçlu gruba organize olmuş, disiplini katı bir örgüt demek de zor. Aralarında birbirini vuracak mermileri bulunmayan, serseriler, kan içen caniler, hırsızlar, kumarbazlar, hileciler çok. Herkes sadece Patronu dinler. Çünkü ondan herkes korkar. О herkesten cesur, herkesten hileci ve herkesten akıllı diye kabul edilmiştir. Çoğunluk onun tarafında olduğundan o kendisine tabi olmak istemeyen herkesi cezalandırabilirdi.

Suçlu örgütün kamp yönetimine de etkisi yok değil. İdaredeki ufak tefek hizmette olanlar sıhhi bölümün müdürü, nöbetçiler ve ekip başı, gündüz gelen bekçilerin birazı, hatta aşçıya kadar onların adamlarıydı. Her yerden gelen para var; esrar satışı, gizlice ağaç satma işine katılan, kampın çevresinde çalışmaya izin alan adamlarını kullanarak yasadışı deri satma işini yapar, çeşitli görevleri yerine getirirdi.

Bu tür işlerle yıllar geçiyordu. Batır suç dünyasında Yakut adını aldı. Sıradan biri değil, bilinen ve sözü geçen üyelerin biri. Yetimler evinde kâğıt oyunlarını iyice öğrenmişti. Burada da çok geçmeden ünlü kâğıtçıların biri oldu. Haydutların kendileri bile sinirlendiğinde ara sıra vurup ölü veya sağ kalıp kalmadığına bakmayan Batır’dan çekinirlerdi.

Batır kendisinde bir değişikliğin olduğunu hissetmişti. Sertlik, cesaret, en zor anlarda korkuyu yenebilecek itidal, bunların hepsi suç dünyasında kazandığı özelliklerdi. Başından geçen kanlı olaylar sırasında sağ kalmasını sağlayan kurtarıcısı da onun bu özelliklere sahip olduğunu biliyordu.

En zoru, ne kadar acımasız olsa bile, seninki olduğu için kıyamadığın hayatınla ilişkilendiren bir kapıyı tekrar açılmayacak şekilde sert kapatmandır. Batır bu tür düşüncelere teslim olmamaya çalışırdı. Çünkü suçlu grubun arasında olduğundan bu ortamın yasalarına göre yaşamak zorundasın. İkinci olarak seni ölümden kurtaran ortama sen de belirli bir derece borçlusun. Kapının öbür tarafında kalan hayat için savaşta kaybolan veya Moskova’nın yanındaki savaşta kahramanlıkla vefat olan cesur askerdir. Üçüncü olarak iz bırakmadan kaybolduğu için insanoğlunun yerini doldurmayacak hiçbir şey kaybolmamıştır. Eskiden savaşta veya Alman kampında ölenlerle birlikte ölebilirdi, onlardan hiçbir şeyi fazla veya eksik değildi. Gerçekten annesine karşı duyduğu özlemin kalbinde henüz sönmediğini hissediyor. Ancak o da deminki açılmayan kapının arka tarafında kaldı. Pişman olsa bile artık hiçbir şey değişmez.

Batır bundan sonraki hayatında da ağır ağır darbeler aldı. Sekiz yıl geçtiğinde affedildi. Serbest bırakıldıktan sonra komşu köye yerleşerek maden ocağında çalıştığında suç maddesiyle on yıla, sonra altı yıla hapis cezası aldı. Fakat bunlar artık onun alışık olduğu bir durum olarak sayılırdı. “Yakut” ismi suç dünyası ve emniyet teşkilatlarınca bilinen isimlerden biri oldu. Başka bir yerde cereyan eden suçlar soruşturulurken öncelikle olayla onun ilgisinin olup olmadığı mutlaka araştırıldı. Bunların ilgisi olmadığı belirlendikten sonra başka versiyonlarla çalışmaya başlarlardı.

Batır hayatında iki defa evlendi. Birinci eşi ikinci defa on yıllık hapis cezası aldığında başka biriyle evlendi. İkincisi çocuktan sonra öldü. Sonra yasal olarak evlenmedi.

Batır birkaç defa hastanelik oldu. Yemek seçmeye başladı. İlkinde midem diye düşünmüştü. Muayene edilirken karaciğerinin rahatsız olduğu tespit edildi. Tedavi olduktan sonra biraz zaman iyi olduktan sonra tekrar hastalanıyordu. Rakıyı da, yağlı yemekleri de bırakmış gibiydi. Fakat derdine derman bulunamadı. İlaçların tür türünü buldu, otlarla tedavi oldu, tabiplere de göründü, Sakalardaki şamanlar da baktı, hiç tedavi edilemedi. Hastalıkla arkadaş olan adam kendisiyle yetinerek başka hayattan uzaklaşıyormuş. Bir tek şeye şükrediyor, nikâh kıydırmamış eşi ona çok iyi bakıyor. Eşi Svetlana sarışın, eski Alman kızı Anna’yı andıran kendinden otuz yaş küçük, kocasız kadından doğan bir kızdı. Batır’ın yemek yapan hizmetçiye, fakir kızın da kendisine bakacak birine ihtiyacı vardı. İlçe merkezinde kendisinin yaptırdığı üç odalı ev Svetlana’ya han sarayı gibi görünürdü. Svetlana fena biri değildi; Batır’a çocuk gibi baktı. Hastalığı çok uzadı. Bu kadar ona iyi bakılmasına rağmen beşinci yıla yaklaşırken Batır’ın durumu aniden kötüleşti. Tedavi eden doktor, kendisiyle birlikte kampta bulunan, sonra kalan Ukraynalı bir doktorun çocuğuydu. Hiçbir şeyi açık söylemeyip: “Elimden gelen her şeyi yaptım, ilaç vermekten bir şey çıkmaz. Eve gidip biraz dinlenin” dedi.

Svetlana kocasının durumunu net öğrenmek isteyip hastaya yazılan tedavi ve teşhisin bulunduğu kâğıdı başka doktora göstermeye gitmişti. Eve ağlayarak geldi. Kâğıdı gören doktor hemen ıslık çalarak: “Bitmiştir. En fazla iki ay veya bir ay” demiş.

İlk başta buna Batır inanmak istemiyordu. Bu sonucu hiç beklemiyordu, birkaç gece uyuyamadı. Eşi yanına gelip bir şeyler sorduğunda ona ne dediğini kendisi bile anlamıştı. Kendisi bir tarafta, zihni başka taraftaydı.

Bir gün rüyasına annesi girdi. Ona doğrudan bakmıyordu ve neşesizdi. Yüzü net görünmüyor. Bu annem mi, değil mi diye birazcık şüphelendi. Evet annesi. Fakat neden ona bakmıyor? Neden bu kadar neşesiz? Aniden rüyasında rüyayı yorumlayarak “Benim ıstırabımı sen de mi öğrendin?” diye ağlayarak uyandı.

“Ne oldu? Ne oldu?” dedi eşi korkuyla.

“Rüyamda annemi gördüm,” dedi çocuk gibi ağlayarak. Eşi onunla birlikte ağladı.

Batır gözyaşlarını sildi, biraz kendine geldikten sonra toz topraktan temizlenmiş gibi, eski çocuk halindeki temiz duygularına tekrar dönmüş gibi bir hal geçirdi. Üstü hafiflemiş, onu bu hale getiren bir buzun eridiğini hissetti.

О artık rüyaları daha sık görmeye başladı. Bir ara nehir kenarında dedesinin ineğini güttüğü çocukluğu rüyasına girdi. Sonraki hayatını hiç hatırlamıyor. Kedersiz, kaygısız, doğayı seyretmekte..

Batır kendisinin sayılı günleri kaldığını hissetmiş oldu. Kalbini sızlatan özlem gittikçe artıyor, arttıkça da göğsünün karanlık ücra köşelerine ışık yayılıyordu. Unutulmuş olan hatıraları belirgin hale geliyordu.

Sonunda aklına acayip bir düşünce geldi. O da memlekete ulaşmak, bütün günah ve suçunu itiraf edip onlardan arınmak, böylece en son nefesini vererek doğduğu topraklarda ebedi istirahata çekilmek. Bu şekilde yaparsa ölümün korkusu da hafifleyecek, bir manaya sahip olacak gibi göründü. Bu düşüncesini o kadar beğendi ki, neden önceden aklına getirmediğine pişman oldu. Düşüncelerine bir düşünce daha eklendi. Eşi Svetlana onunla pek mutlu değildi aslında. Yaş farkı çok fazla. Kötü biri olmadığını anladı. Öyleyse iyi biri mutluluğuna erişsin. Dengini bulsun. Evi ona bırakacak. Mektup yazarak her şeyi anlatıp gidecek.

Batır bu kararını hemen uygulamaya başladı. Svetlana’yı şaşırtarak onunla acele nikâh kıydırdı. Sonra Moskova’ya gidip doktorlara görüneceğini söyleyip trene bilet aldı. Tekrar dönecek biri gibi eşine ufak tefek görevler verdi. Eşinin “çok halsizsiniz, birlikte gidelim” sözünü dinlemedi bile. O tarafta da tanıdıklar diye bahane uydurdu.

Moskova’ya geldikten sonra eşine “Beni artık arama. Hayatını yaşa. Dengini bul. Evi sana bıraktım. Senden çok memnunum” şeklinde bir mektup yazdı. Sonra memlekete doğru yolculuğa çıktı.



Kazak topraklarının bir kenarındaki küçük bir köyde yedi gece boyunca ışığı sönmeyen tek evin içinde Salimgerey aksakala hayat hikâyesini anlatan yolcunun hayat tarihi buydu.



***



Yolcu hikâyesini durdurduktan sonra biraz dinlenmek istercesine sessizce oturdu. İlaçlarını içti. Terini sildi.

“Böyle zor bir kaderi yaşadım, Sake,” dedi sonra hayat yolunu bir neticeye bağlayarak. “Geçen hayatında dostluk, barış ve sevgiyle dolu günler çok olursa bu bir zenginlik değil mi? Hatırladıkça canını ısıtan, içini nurla doldurur. Fakat bende bu tür günlerin sayısı maalesef çok değil. Benim günlerim düşmanlık, günah ve suçla dolu. Gerçekten ben yalnız değilim. Bu mutsuzlukla karşı karşıya kalan insanlar bir nesli oluşturuyor. Fakat benim kaygım bundan hafiflemez. En büyük pişmanlığım hayattayken annemle haberleşemem. Kendimi ölmesem de öldü olarak saydım. Çünkü herkese ben buradayım diye haykırmak için uygun değildi. Suç dünyasına girdim. Bu da öte dünyaya gitmekle aynı idi. Artık sayılı günlerim kaldı. Eskiden dinsizlerden biriydim, şimdi Allah’a inanıyorum. Başka her şeyin geçici olduğunu; insana da, topluma da Allah’a inanmak aracılığıyla adil not verilebileceğini şimdi anladım. Doğduğum topraklar beni affeder mi, affetmez mi bilinmez, ancak buralara gelmemi kendisi için bir farz olarak gördü. Bana kalırsa kabrime örtülen toprağı bile yeter. Artık gizleyecek hiçbir şeyim yok. Mağaradan aydınlığa çıkan yarasa gibi oldum...” Yolcu azıcık gücünü tekrar toplayarak nefesini derinden aldı.

“Ben de başkaları gibi sabi olarak dünyaya geldim,” dedi sonra sesi hırlayarak. “İyiliğe inandım. Bu inançla, bu umutla yaşamak istedim. Ancak bana böyle bir imkân tanınmadı. Ateşten ateşe, boktan boka attılar. Buna karşı duracak bende güç kalmadı. Elimden bir tek kaderimden nefret etmek geliyor. Benim yanımda götürülecek tek zenginlik bu nefret duygusu. Bu benim zalimliği içimden desteklemediğimin tek işareti. Kendimi koruyacağım demiyorum. Ben kendi hükmümü çoktan almış biriyim. Fakat sürgünün bütün azabını yaşadım, sonra yalan ve hainlik üzerinde kurulmuş olan sert topluma geri geldikten sonra eskisi gibi sahte şöhretle yaşayan aydın kulların benden nesi iyi diye de düşünüyorum bazen. Öyleyse ben de onlar gibi bu ülkenin bir parçasıyım, Sake.”



Salimgerey konuşma boyunca suratı çok değişti, gözlerinden şimşek çakarak parmakları hareket ederek kendini zor tuttu.

“Ne kadar yanlışım olsa da, ben de bir Allah’ın kuluyum, bu dünyada var olduğumu bildirip af dileyip insan gibi ölmek istiyorum,” diye bitirdi sözlerini yolcu.

“Sen Şayken’in oğlu Batır mısın?” dedi Salimgerey, inanmamış gibi yolcuya iyice bakarak.

“Evet, Sake, maalesef, İvanov soyadıyla horluk ve zorlukla, günah ve suçla dolu hayatı geçiren Şaykenoğlu Batır benim.”

Aniden:

“Hayır!” diye bağırıverdi Salimgerey kendine gelmiş biri gibi. “Şayken’in oğlu Batır Moskova dibinde kahramanlıkla öldü. Bizler sadece bunu biliriz.”

“O haber artık yanlış. Gerçek şahit, işte önünüzde! Gerçekten kurtulmak mümkün değil.”

“Ha-ayır!” dedi ihtiyar tekrar kafasını sallayarak, “Bu mümkün değil, mümkün değil!”

“Neden mümkün değil, Sake?” dedi Batır, ihtiyarın inatçılığına kederlenmiş bir sesle. “Kahramanlıkla ölmek benim için de iyi olurdu. Fakat bu kaderimde değilse, ne yaparsın?

“Bizim günahımız ne?” dedi Salimgerey, başı sonu belli olmayan başka bir konuyu su yüzüne çıkartarak.

Batır onun ne demek istediğini anlamadı, ihtiyarın yüzüne bakarak şaşırdığını belli etti.

“Sake, sizin bir suçunuz yok. Suç bende. Fakat ne kadar suçlu olsam da, sahte bir isimle değil, Allah’ın verdiği bir isimle ölme hakkım vardır,” dedi; ‘bana bunu da mı kıyamayacaksınız’ der gibi yanık bir sesle.

“Hey, evladım,” dedi o sırada Salimgerey, “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Senin adın bu ülkenin tarihine altın harflerle çoktan yazıldı bile. Köyün tam ortasında senin için açılan heykel var. Okul da senin adını taşıyor. Yarın bayram günü çocuklar senin heykeline çelenk bırakacak, ülkemizin sana benzer birer vatandaşı olacağız diye and içecekler. Kırk yıl boyunca bu şekilde yaşayıp gidiyoruz. Ne kadar nesil senin adınla övünerek büyüdü? Yalan şöhrete tapınmış değiliz, senin yaptığın kahramanlık tarihî bir gerçektir. Merkezî gazetede seni öven bir makale yayınlandığında, ölen evlatlarımız sağ gelmiş gibi sevinmiştik. Gençlere örnek olur belki diye bütün toplum olarak heykelini diktik. Yıllar boyunca dilekçeler vererek ismini okula verdirttik. Şimdi bütün bunları yok mu edeceksin? Maskara olacağız! Senin şöhretinle övünen bu köydekileri kahredeceksin. Onlara acımayacak mısın?”

Batır söylenen sözleri tam anlamamış, ya da ağır bir darbeden kendini kaybetmiş gibi dondu kaldı.

Ancak, “Öyle miydi?” diyebildi. Kaderin darbelerinden çok çektiğinden o kendisini her şeye hazırım diye düşünürdü. Fakat tam bu durum rüyasına bile girmezdi.

“Öyle,” dedi Salimgerey sabırlı bir sesle. “Annen savaştan sonra serbest bırakıldı, altmışlı yıllarda Şayken aklandıktan sonra buralara gelmişti. Senin heykelini görüp çok memnun olmuştu merhume. Çok geçmeden vefat etti. İmanlı olsun... Kazakların uçsuz bucaksız topraklarının bir ücra köşesinde bulunan bir köy olsak da bizden de herkesin övündüğü bir vatandaş dünyaya gelse diye Allah’tan ümit edenleriz. Bu arzumuzun ilk ve sonu da sen oldun, evladım. Şimdi ise...” derken ihtiyarın sesi aniden kesildi.



Eziyet veren sessizlik uzun sürdü. Aralanan kapıdan bayanın yarı uykulu yüzü göründü ve ‘onlar hâlâ mı oturuyorlar’ diye kapıyı tekrar kapattı.

Batır kendisinin çıkmaza saplandığını hissederek cehennem azabı gibi olan sessizliği bozmak için bir şeyler söylemek isteyip başını kaldırırken ihtiyarın gözlerinden damla damla akan gözyaşlarını görüp elektrik çarpmış gibi oldu. Kalbindeki bir damar kopmuş gibiydi. Can havliyle cebindeki ilacı alıp içti. Düğmelerini açtı, tekrar derin derin nefes alarak terini sildi. Sonra düşecek gibi sallanarak yerinden kalktı.

“Ben dışarı çıkıp geleyim,” dedi nefesini kontrol edemeden kapıya doğru yürürken.

Salimgerey onun evde olup olmadığını unutmuş gibi ara sıra mendiliyle gözlerini siliyor, kendi halinde oturuyordu.

Batır dışarı çıktıktan sonra köyün merkezine doğru yürüdü. Merkez apaydınlık, otobüsten indiğinde gözüne ilişmiş olan küçük park ve heykeli gördü.

Park dediği daire biçiminde dikilen beş altı ağaçmış. Ortasında yüksekliği iki buçuk metre kadar kaidenin üzerinde elinde otomatik tüfek tutan bir askerin taş heykeli. Kasksız, saçları dağınık (muharebeyi resmetmiş olmalı), askeri paltosunun eteği rüzgârda savrularak, yukarıdan aşağı bakarken birilerine de heybetini göstermekte. Batır heykelin gençliğindeki kendisine çok benzediğine şaşırarak bir şeylerden gizlenmiş gibi ayaklarını yavaşça basarak yaklaştı. Biri canlı, biri cansız iki kişi birbirine bakmakta.. Batır bu sırada kendisinin bilmediği ikinci hayatının olduğunu kabul etmiş oldu. İki hayatın hangisinin yalan olduğunu anlayamadı. Belki ikisi de gerçektir.

Batır heykelin çevresini döndü. Heykelin değerinin kendi değerinden daha fazla olduğunu, insanların gerçek insanı değil, heykeline daha çok saygı duyduklarını anladıkça içinden ona karşı rekabet duygusu uyanmasına karşın, içten içe bir övünç de duymuyor değildi. Batır, tekrar heykelin önüne geldi. Heykel ona baktıkça ilk gördüğünden de heybetli göründü. “Git buralardan!” dercesine otomatik tüfeğini doğrultarak üzerine yürüyecek gibiydi.

Batır tiksinerek bir yerlere sığınmak istercesine geri çekildi ve ayağı bir şeylere çarptığından mermi isabet etmiş gibi sırtüstü düştü. Kalkamadı, öylece hareketsiz kaldı. Kendine gelir gelmez:

“Suçum ne?” dedi sesi titreyerek. Kafasını kaldırdı, cevap bekler gibi heykele baktı.

Haykel “suçunun ne olduğunu kendin bilirsin” dercesine otomatik tüfeğini omzuna asmış sessizce duruyor.

“Şimdi bana ne diyeceksin?” dedi gerçek insanla konuşur gibi elini açarak. “Ne yapabilirdim ki ben?..”

Heykelin ona acımayacağı belli, şikâyet dilekçesi kabul etmeyecek bir hâkim gibi katı bir yüzle “Defol buradan!” diyen katı ve sert sesi kulaklarında.

Batır ise kızgın bir halde: “Kendin defol” demek istedi, boğazı kurumuştu, sesi çıkmadı.

“Ya Rabbim,” dedi bir ara, zar zor çıkan bir sesle, “Bu dünyada bana yer kalmamış gibi. Bu düğümü sen çöz. Beni insanlara gösterme. Yanına al beni, Yaradan...” Batır ağlayarak yıldızları yer yer zor fark edilen koyu mavi gökyüzüne baktı.

“Allah’ın emri olmadan ölüm de yok, maalesef,” diyen bir ses duyuldu.

Batır’la Salimgerey konuşmuş. Ellerinden tutarak yerinden kaldırdı. Bir yerlerden bir kadın da yanlarına geliverdi. İkisi birlikte eve getirerek divana yatırdı. Çok geçmeden genç bir adam geldi, doktor galiba. İlaç mı veriyor, iğne mi yapıyor, Batır anlayamadı. Kendisi başka tarafta, uzakta bir yerde oturan başka biri gibi...



Allah onun istediğini verdi, yolcu sabaha karşı vefat etti. Bu dünyadaki hayatının bu şekilde biteceğine pişman olup olmadığı belirsiz bir halde sessizce gitti.

Kadın biraz şaşkınlıkla:

“Eyvahlar olsun, maskara olduk! Eyvah…” deyip durdu.

“Hayır, her şey doğru,” dedi Salimgerey. “Zavallının günü geldi. Hayatta bendelikle yaptığı yanlışlar ve adanmışlığının sonucu girdiği eylemler varsa, Allah taksiratını affetsin. İmanlı olsun! Bîçare... Hoşça kal.”

Sonra şafak söktü. Güneş nuru her günkü gibi köyü altın şulelere boğdu. Her yılki gelenekle bayram günkü kargaşa erken başladı. Okul tarafından borazanın, davulun sesleri duyuldu. Uykudan kalkan hayat, perondan hareket eden ağır tren gibi yavaşça yoluna devam etti.

Bir yolcu Salimgerey’in evine Tanrı misafiri olarak gelmiş, kalpten gitmiş fısıltısı etrafa yayılmasına rağmen büyük bir dedikoduya dönüşmedi. Bu dünyaya kimler gelmiş, kimler gitmez?..

Bu civarda her şey eskisi gibi, her şey alışılmış halinde. Hatta hiçbir şey olmamış gibi.



Mart 2010,

Аstana





***



LÜTFÜ ŞEHSUVAROĞLU’NUN TÜRK DÜNYASINA ADANMIŞ ŞİİRLERİ



SALAVAT VE AT*



Ayakta öylece durur Salavat

Taşır avucunda bütün yurtları

Karakış yapışmış eteklerine

Vatan toprağını ve Başkurtları

Çeker peşisıra Salavat ve at



Ayakta öylece durur Salavat

Kızıl zulme kalkan olur Salavat



Karakış yapışmış eteklerine

Sıyrılıp içinden vatan toprağı

Tutunur atının üzengisine

Yırtarak üstüne atılan ağı

Yaklaşır göklerin meleklerine



Hangi sırra âşinasın Salavat

Bizim ele taşınasın Salavat



Tutunur atının üzengisine

Salavat haşmetle yükselir attan

Âsûmânı delen bir dûa eli

Bayrak olup dalga dalga eserek

Konar Başkırdistan başkalasına



Azatlık remzini yayar Salavat

Ötkenden erteye yaşar Salavat



Âsûmânı deler dûa elleri

Samanyolu olur gökçekiminde

Uzar ışık gibi Salavat ve at

Sarar ruhumuzu aşk ikliminde

Dinler şarkımızı Başkırd illeri



Dağ nefes verirken şarıldar sular

Hasretle kavrulur parıldar sular



Uzar ışık gibi Salavat ve at

Konarlar göklerin bahçelerine

Ah, ülkümü süsleyen bu altın ışık

Beni de yaksalar bir kav yerine

Tepinsin üstümde o hırçın kırat



Kıvılcımlar düşsün nal uçlarından

Asla dönsün iz’an fal burçlarından



Ülkümü süsleyen bu altın ışık

Beni şifa bulmaz bir âşık etti

Karadeniz gibi yandım Hazar’a

Bir ömür böyle hep kahırla geçti

Neden böyle uzak mâşuka âşık



Bu yolları nasıl yakın ederim

Hangi kurtla asıl akın ederim



Hazar’ı özleyen Karadeniz’de

Konakların bekler seni Salavat

İki kıta arasında yangan tav

Açınca bağrını çalacak saat

Bekliyoruz seni Karadeniz’de



Kara kıştan sıyrılıyor Salavat

Onu yükseltiyor şaha kalkmış at



İki kıta arasında yan Ural

Kızılelma gökte değil toprakta

Bu ezelî yangın içimde yanar

İşim ne benim bu çıkmaz sokakta

Kıtaları tutan dağlardan yol al



Ural’dan uzanıp Volga’ya dalsam

Onda akan koru elime alsam



İçimde yangın var asırlar boyu

Koca filler onu nasıl söndürsün

Gülistan’a böyle hoyrat girilmez

Gonca gülün acısını dindirsin

Kurulsun yeniden bülbüller toyu



Korayın nâmesi yayılsın burçtan

Altından heykeller sıyrılsın tunçtan



Böyle hoyrat sürdürülmez bu dâvâ

Bahçeyi târumâr eden bahçıvan

Nasıl başbuğ olur koçyiğitlere

Ah Salavat bir görsen sen, bir duysan

Deodorant erkeklerde bir havâ



Dâvâ derken yürekleri patlıyor

Makam dersen en evvelden atlıyor



Nasıl başbuğ olunurmuş gösterdin

Engin gönlün Volga, başın Urallar

Bir bayrak kuşandın berrak ruhundan

Ayağın Tuna’dır elin Altaylar

Emânete ehil adam ister-din



Talan ile alınan koy post olmaz

Hainlerle hemhâl olan dost olmaz



Bayrağının akı berrak ruhundur

İstirahatgâhın ebedî yeşil

Mavi gök soyunun bir nişânesi

Ey kıpkızıl duvar aradan çekil

Bu geçitten geçen Göktürk’tür, Hun’dur



Atın yelesinden tutar Salavat

Ural’dan Volga’ya uçar Salavat



Mavi gök soyundan gelen ocaklar

Kanmasın pembenin cilvelerine

Kanını sulara akıtacaklar

Oradan pembeli aknelerine

Şifa suyu diye dağıtacaklar



Çaşıtlara aldanmasın ocaklar

Anneleri ağlatmasın ocaklar



Duru sular kan kırmızı yanar mı

Ne irinler damıtıyor yüreğim

Yangan tavlar bende dolup taşarken

Her güreşte bükülüyor bileğim

Güvercinim Urallara konar mı



Erciyes’im Alatav’ı unuttu

Urallar’da koca nesli kuruttu



İki kıta arasında yangan tav

Diker söküğünü bütün çağların

Bacı uca eren şanlı Urallar

Ruhunu engine taşır dağların

Volga’dan Hazar’a kapanır Ural



Ruhunu Volga’ya akıtır Ural

Hazar’da içine kapanır Ural



*Salavat Başkırtların başbuğu.. Anısına Başkurdıstan’ın başkenti Ufa’da bir heykel dikilmiş.. Heykel Urallara doğru şaha kalkmış bir at ve üzerindeki heybetli Salavat’a ait.. Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı iken daha sonra aynı görevi yürütecek olan Yakup Deliömeroğlu ile birlikte Ufa’yı ziyaretimiz sırasında Salavat ve atının heykeli dibinde yazıldı bu şiir…



MUSTAFA CEMİLOĞLU*





Mustafa Cemiloğlu namlı o er kişinin

Yüzünün suretini bastığımız afişler

Hatırlatır ötkenden erte güne uzanan

O mübarek dâvâdan, emânetten deyişler

Yurdumun dışında da başka Türkler yaşarmış

Asırlardan beridir Türk kalmayı başarmış



Esir Türkler dâvâsı açtı yengi bir kapı

Türklüğün unutulan nezîr serencâmından

Ülkümün tuğlasından inşâ edilen yapı

Bir kutlu yuva olur, yer kurtulur gâmından

Hazar’dan Hazarıma bir şifredir; mânidâr

Gelir Elmas Yıldırım kulağıma fısıldar:



‘Verseydi tanrım bana tarihten bir ânımı

Yakarak bir meş’ale kurardım hür bir ocak

Götürüp insanlıktan ruh alan fermânımı

Salardım dört bir yana şenlenirdi her bucak

Kazardım gönüllerde yalnız bir tek ideal

İnsanlara hürriyet, milletlere istiklâl!’



Hürriyetle vatanı bir tutan Kemal’im var

Âşina değil sanma adanmışım ezelden

Soylu bir vazîfedir sarar ki damar damar

Sıyrılıp her güzelden, soyunup zelzeleden

Toprağını bulacak zahmet yüklü bir kanım

Fedâdır Hak yoluna rahmetle her bir canım



Kırım’dan Yemen ele, Bosna’dan Çin Seddi’ne

Bu dağılmış milleti altında bir bayrağın

Bir büyük birlikte tut çekip soylu ceddine

Yeniden cennet olsun boza yatan toprağın

Olmasın vatan mahzun, hür uçsun gönül kuşun

Mehter! Zafer marşı çal! Sesi ol varoluşun





*)Kırım Türklerinin Stalin döneminde sürgün ve katledilişini unutmayarak otuz küsur yıl sonra yurtlarına geri dönmek için açlık grevine başlayan ve bir yıla yakın bu grevi sürdürdüğü sırada başta Türkiye olmak üzere dünyanın her yanından aldığı destek sonucu Kırım dâvâsını dünyaya duyuran; 1970’li yıllarda yüz binlerce afişini bastığımız, Esir Milletler Haftası’nı Esir Türkler Haftası ilan etmemizde payı olan, onlarca miting yapmamıza, ölüm oruçları tutmamıza sebep olan ve şimdi Kırım Milli Meclisi’nin başkanlığını yürüten Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’na ithaf olunur.



MEMLEKET TÜRKÜLERİ 1



Ey ölüm! Tanıdık yüz, vakit tamam oldu mu?

Uğruna öldüğümüz memleket sıktı artık

Bu memleket, bu zindan diyenlere bezirgân

Akıp giden her zaman sevdâlısına düşman

Koynunda karşılıksız nice aşklar bıraktık

Issız ajun kaldı mu, ödlek öcün aldı mu?



Ey felek! Yalın ayak yoluna düştüğümüz

Bu memleket, bozuk yol; dopdolu vicdan-cüzdan

Takılı pilak gibi söyler aynı türküyü

Ve uğruna piç etti yüce masum ülküyü

Hileli teraziler anlamaz azdan-çoktan

Ey düğüm, ey kördüğüm uğruna öldüğümüz



Ey gök! Kurşun tabaka, meçhuller seyahatı

Ne bileceksin ki sen kalbimin renklerini

Boğdurdun kapkaraya o güzelim maviyi

Yitirdin seni ayakta tutan nirengiyi

Yoluna rehber edip şeytanın zevklerini

O fasit daireyi, o tekdüze hayatı



Zehrin ab-ı hayattır kuvvet verir düşlere

Beynimizde ateştir yanan hep biteviye

Meçhûlü karıştıran her merak mukaddestir

Yol nereye varacak diye telaş abestir

İyilik ve kötülük hepsi aynı seviye

Heyecanlar katacak yeni tad gülüşlere



Sevdân bir iş de olsa, bir aşk da olsa aynı

Götürür sonsuzluğa yeni heyecanlarla

Cennete bile varır, Cehenneme varan yol

Varış sonsuzluğadır, yeter ki mutmain ol

Hayat bulacak dâvâ gelen yeni canlarla

Devrân hep aynı devrân, başı sonu hep aynı



Ey memleket! Çevrilmiş, kuşatılmış memleket

Kahpelerce sarılmış bir ince kadın ruhu

Ne zaman kaçsak ondan, sonra hep dönüyoruz

Dumanlı mevsimlerde uğruna ölüyoruz

Isırırken boynundan bezirgânlar gürûhu

Ey koyundan koyuna gezen şanlı memleket!...





MEMLEKET TÜRKÜLERİ 2



TÜTYOR HAVASI MEMLEKETİMİN

GURBET ELDE ANILARIM DEPREŞİR

DAMAĞIMDA ÖYLE AŞI, EKMEĞİ

DAĞLARINDA KUZULARIM MELEŞİR



ÇOBAN KAVAL ÇALAR, DAVAR EYLEŞİR

KUŞLAR AĞAÇLARA KONAR SÖYLEŞİR

TÜRKÜ SÖYLER YOLCU YOLLAR BİRLEŞİR

TÜTÜYOR DUMANI MEMLEKETİMİN



GİDERİM DE YOLLAR VARMAZ ORAYA

BU ŞEHRİN HAVASI BİN DERT YARAYA

KUŞLAR HABER GÖNDERSE DE SILAYA

GİTMİYOR KOKUSU MEMLEKETİMİN





KURULTAY*



DÜŞMEDİ AYLARI DÜŞMEDİ YERE

SÖNMEDİ GÜNLERİ KURULTAYLARI

YERYÜZÜNÜN GÖBEĞİNDE KAÇ KERE

KURULDU TOYLARI KURULTAYLARI



ANALAR DOĞURUP KURT NESİLLERİ

ÇAĞ DEVİREN TARİH YAPAN SELLERİ

DESTAN YORAN NEFESLERİ İLLERİ

CİHANA DUYURDU KURULTAYLARI



ADALET DAĞITMAK TANRI BUYRUĞU

VAY Kİ, MANİ OLSUN BUNA BİR AĞU

BAŞBUĞUN YOLUNDA ÜÇ YÜZ BİN TUĞU

BİR OK GİBİ TOPLAR KURULTAYLARI



NEZİR SERENCÂMI GENLERİNDE VAR

ŞEYTANA DÜŞMANDIR TANRISINA YÂR

AHRETLİK MÜLKÜNÜ BAŞINA SARAR

ŞÜHEDA GEÇİDİ KURULTAYLARI



GÜR SESLERİ AKSEDERDİ GÜRZ GİBİ

TİTREŞİP DE BÜZÜLÜRDÜ ARZ DİBİ

ANA BABA AMCA KIZ KIZAN BİBİ

ŞENLİKLİ TARİHTİ KURULTAYLARI



DAĞLAR YÜRÜR YÜRÜSE KOŞSA KOŞAR

COŞ DESE ÖLMEYE YATAN GÖL COŞAR

ÇAĞLAYANLAR MECRALARINDAN TAŞAR

BİR ULU MÂBEDDİR KURULTAYLARI



İPEĞE ASTILAR GÖKTEKİ AYI

YASLADILAR GÜLE LALEYİ SAYI

OĞUZ TÜRKMEN KINIK KAYI

BİR BÜYÜK BİRLİKTİR KURULTAYLARI





*Bu şiiri sık sık boşaltıp düzenlemeye çalıştığım tavanarasındaki çalışmalarım sırasında sapsarı bir kâğıdın üzerinde buldum. 70’li yılların şiiri.. Kimbilir hangi 70’li yılda yazdım?





YESEVİ KARŞISINDA*



Atam deyip bardım men

Görmek için cırları

Kaytıp gelip tabsardım

Gözümdeki yırları



Toyda açtım gözümü

Estimdeki düşümdü

Baylaşu sardı özümü

Yâri ilk görüşümdü



Sebep ne ayrılığa

Bu tarihi kim yazdı

Kim bolgan sayrılığa

İçinde o da yandı



Yesevi’ye bardım men

Kara yerge girdim men

Ruhu ruha kardım men

Yüz sürdüm divânına



Haber verdim Yunus’dan

Giz görmedim Janus’dan

Damlaydım okyanustan

Katsın meni yanına



Buharlandım gök boldum

Şanırakta bir koldum

Bütün üylere doldum

Nefes berdim canına



Katnaşuban ünlendim

Bir kez daha kün’lendim

Bir olup bütünlendim

Alperen irfânına



Yesevi’ye borcum bar

Kal’asında burcum bar

Seferinde hurcum bar

Katsın meni kanına



Gelsin erenler çağı

Güle bahşası bağı

Gel kuralım otağı

Dergâhının yanına



Ayttı dervişin biri

Gitsin nefsinin kiri

Girip toprağa diri

Şol sâyın hâtırına



Yaban verdi arakı

Yitti gözümün akı

Oldu kılıcım çakı

Düştüm nefsin ağına



Estinde deli rüzgâr

Gönlünde depreniş bar

Ah! Bugün zamanın dar

Dön diriliş çağına



Peşimde gölge gibi

Gezer uğruğun biri

Durduğum kaya dibi

Döner Tanrı Dağına



Ömrüm geçti kafeste

Sandım büyük hâdise

Bende sabır yoğ ise

Atsınlar zindanına



Görüp ata goğrünü

Yele açıp böğrünü

Atıp atın eğrini

Çık erenler katına



İbrahim sofrası bu

Sofraların ası bu

Yesevi çorbası bu

Düşür er kaşığına



Aşka düşen dolaşır

Hak rengine bulaşır

Gönlü Hakka ulaşır

Döner Hak âşığına



Rehberini doğru zeç

Anadan ve yârdan geç

Tasasız, vakur, güleç

Gir altmışüç yaşına



Koy zamanın cengini

Herkes bulsun dengini

Soyunun çelengini

Geçir kurdun boynuna



Geçti ömür hay huyla

Oylaştık şunla buyla

Ab-ı hayat suyuyla

Ulaş özge sâyına



Nevâi’den söz ayıt

Abay yoluna kayıt

Muhtar ol, özün ayırt

İt ürsün merdânına



Bürgüt kanatlı atın

Devşirsin saltanatın

Dokuz doğur bir batın

Dağıt dokuz boyuna



Toprak deniz dalgalı

Yiğit ulu kavgalı

Öndeki ak tolgalı

Kayıtsın otağına



Yel apardı obadan

Ayrı düştük atadan

Yarlıgasın Yaradan

Alsın ulu katına.



*Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini ziyaret ettiğimiz Dünya Yüzü Birinci Kazak Kurultayı sırasında yazıldı bu şiir.. 1990’lı yılların başı… belki de Kazakistan’daki Türkçenin uluslararası Şiir Şöleninde… Kazakların neredeyse tamamı tamamını anladı.





ATAYURTTA



Şeksiz muhabbetin ötken zamandan

Yaraştı mertliğin zordan yamandan

Dursun bu kıyınlık şerri yazgandan



Türesin estinde uluğ yaratuş

Cuda steplerde kılsın baylanuş



Hakikî baylanuş azad fikirde

Kutluk bolgan o tevilsiz zikirde

Son vakitte, ilk akitte, tek birde



Kıyama dur, selâmı duy, avaz ver

Şanıraktan esen yeller bak ne der



Ne beklersin dem alışta bunca yıl

Gayret edip kadem basıp sabit kıl

Uğrun uğrun yitip gitme ay oğul



Niçin bu susuzluk uçsuz deryâda

Kulak as atandan gelen feryâda



Süyesiz yiğitlik cahsı bolmaydı

Kırılgan piyale bütün dolmaydı

Âşık mecnûn Leylâ’sını bulmaydı



Çöl ruhunu sıyırtıp da bermese

Kara kumlar göz göz olup görmese



Hanlar hanı Atayurt’ta konak mı

Kahpe felek saçın başın yolak mı

Her bileği büken kolum çolak mı



Kara taşa kara yazı yazamıs

Atayurtgan atayurtga baramıs



Köp tuman bar Alatav’ın başında

Uyku tutmaz yâr üygünde düşünde

Başka tad bar ekmeğinde aşında



Tan ağardı, gece bitte, söz yarım

Gece gündüz kaderime yırlarım



Erciyes’im Alatav’a söyülenir

Garip yolcu her durakta eylenir

Baylanuşta gayret kılan üylenir



Ne üyüm bar, ne âyâlım, ne bala

Derbederim bu diyârda ben hâlâ





KIZILELMA



Yenisey kıyısında oturduğumu ne bilirsin

Sen manifestoyu okurken ben su taşıdım

Boğazında lokmalar düğümlendi mi

Münzevî bir çığlık dolaştı mı ensende

Aklına düştü mü hiç bir gün geleceğim

Hüve’l-hayyu’l-kayyum

Ben o muyum



Yanlış hesaplar ve yanlış duraklar

En yakınlar sanki en uzaktadır

Kimin düşünü yazacağımı kırallara sor

Bilmezlerse yıkılsın saltanatları

Küçümsemem Danyal’ı bekleyen kıralı

Rüyâdan kim çekip çıkarır hayy’u, huyy’u

Sadece O’na demem yâ hû



Etrafında güzel bir hoşluk vardı

Ve sen boş bir gayretle haykıran vaizdin

Tabiat mı sende, sen mi rüyâsın

Aynı suda durmadan yıkanıyorsun

Sıkı tut parmağını Cratylus’un

“Dem bu dem”dir senin için

Senin için çaldı Promete ateşi



Troya’yı yakanlar, ya onlar

Beklesinler o halde çağların fatihini

İntikamım fetihtir, hem de gönüllerinin

Roma eski Roma değil artık bekleme

Kozasını örerken ipek böceklerim

Beç’te unutulan Fatıma’nın zülfünden*

Kuracaklar yeni çağın kristalini





*Beç yani Viyana… 2. Viyana Kuşatması sırasında büyük acılarımız vardı, unuttuk. Hep zaferleri andık niyeyse… oysa mağlubiyetlerden dram doğar… Batı hep Harem’i yazdı. Cariyerimiz varmış… Ya bizim Viyana’da bıraktığımız Fatıma’lar?...



KIBRIS



-Sayın Rauf Denktaş’a-



Adanın ziyasını gözleyen cengâverin

Üzerinde soğuk mavzer elleri titrek

Şehit Cengiz Topel ve bindokuzyüzaltmışdört

Gönlünde nice buzdan dağları eriterek

Yeniden gelenlere bir Zümrüt-Anka verin



Bir zümrüt-anka verin yeniden gelenlere

Yesevî toprağından, Alia gözlerinden*

Yalnız mıyız değiliz değiliz asla asla

Bizi bir gözleyen var Alia gözlerinden

Selâm verin Girne’den gemiyle gelenlere



Yeni limanlar arar gemiler Akdeniz’de

Yollar yola kavuşur, deryâlar deryâlara

Ya bir karış toprakla, ya birkaç damla suyla

Tarih ki dönüştürür gerçeği hülyâlara

Ne ümidler yitirdik bu kara Akdeniz’de



Bu kara Akdeniz’de tarih geçit resmidir

Yıldız gölgelerinde sonsuz tenha bendlerin

Açılan yelkenlerin selâmı Barbaros’tan

Piyâle Paşa duyar aşkını levendlerin

Mavi bir mûsıkî mi, som gümüşten ses midir



Bir sestir som gümüşten okşar gök ve denizi

Gecenin ve mavinin vuslatı bestelenir

Fethin doru atları ve kutlu pusatları

Bahçevan ellerinde zaferler destelenir

Sarar gül rayihalar geceyi ve denizi



Artık başka bir çehre başka bir çerçevedir

Gülün andı içilir yeniden doğar dünya

Derin muhabbetiyle deniz nelere gebe

Hülyâlı mavilerle dolan efsunlu deryâ

Zaman yorgun düşünce kızaran velveledir



Derin uykuya daldık bu ezelî mehtapta

Bahçemdeki güllerin uçup gitti renkleri

Deryâlarla öpüşen yıldız havuza düştü

Kanmayan buselerle kaybettik mihenkleri

Sevgilinin adını unuttuk bir mektupta



Adı neydi unuttum Leyla mı, Virgini mi

Gökte mi denizde mi o sürdüğüm saltanat

Şanla dolu tarihim, eşsiz engin ufuklar

Fethettiğim adalar, yaşadığım o hayat

Bir garip tecelli mi, düşe giren bir cin mi



Camdan fırlayan rüya yıldızımın zevâli

Parıldayıp gülüşen çiçekler akşamüstü

Artık gelmez sanarak o gülgûn bahçevânı

Bedbîn, bînâm, binevâ sanki hayata küstü

Şimdi tamamen mûhal leylâ Mecnûn visâli





*Aliya İzzetbegoviç vefat etmişti. Bosna’dan Cemalettin Latiç dostumuz da bir şiir şölenimizi teşrif etmişti. 4. Şöleni Kıbrıs’ta yaptık. Denktaş da gelmişti. Rumlar hayli telaşlandılar. Bütün Türk dünyası şairleri oradaydı. Bu şiir Feribotla Kıbrıs’a yanaşırken yazıldı. O zaman visalin hayâl olduğununun ilk işaretlerini görmüştük demek ki…



DİL GAZELİ



. . - - / . . - - / . . - - / - -

SARILIP BUNCA ZAMAN DAR BELE HAM OLMUŞ DİL

KÂM ALMAK MÜMKÜN İKEN BEYHÛDE GAM OLMUŞ DİL



ÇÜRÜYEN MEYVEYE DÖNDÜM TÜKENEN BİR VAKTE

O ZAMANSIZ SUNULAN İÇKİYE CÂM OLMUŞ DİL



AL UZUN NAZLI GEMİM SAVRULURKEN DERYÂDA

ÖLÜ IRMAKTA GEZEN SERSERİ ÇAM OLMUŞ DİL



KUŞATIP KOLLARI DERDEST EDİVERMİŞKEN TAM

KOCA EJDERHÂNIN AĞZINDA TAAM OLMUŞ DİL



ŞANIRAKTAN SÜZÜLEN BİR IŞIK OLDUM ÜYGE

YÂRİMİN GÖZ KAPAĞINDAN BAKAN BAM OLMUŞ DİL



AVCININ KURDUĞU DAMDAN YENİ KURTULMUŞKEN

TEPEMİZDEN KOPARAK AVCIYA DAM OLMUŞ DİL



ŞAHİDİM ÜSTÜNE KONMUŞLARIN ÂYÂRINA

MİKROSKOP PENCERESİNDEN ÇIKAN LAM OLMUŞ DİL



ŞEHSUVÂRIM NEREDEN GELDİ SENİN ÇARGÂHIN

NİYE DÖRT BİR YANA RÜSVÂ İLE NÂM OLMUŞ DİL



*



YÜREĞİMDEN KOPARAK DERDİME GAM OLMUŞ DİL

HAM HAYELDEN SIYRILIP PİŞMEĞE HAM OLMUŞ DİL



NE SENİNDİM NE DE BİR BAŞKASININ PÂYENDİ

AMA GÖRDÜM Kİ HEMEN HERKESE RÂM OLMUŞ DİL



BU NE RENK CÜMBÜŞÜDÜR BÖYLE UFUK BÜTÜN MEST

KAMU BİMÂRINA YANMIŞ DA GÜLFÂM OLMUŞ DİL



UZANIP ARŞA KADAR SIRRA KADEM BASMIŞSIN

DÖNEREK MÂSİVAYA TOPLUMA KAM OLMUŞ DİL



SÜRE DOLMUŞ NE ALÂ DİL DE TAM OLMUŞ LÜTFÎ

YANARIM BENCİLEYİN ŞİMDİ AKŞAM OLMUŞ DİL





ÂSIM’IN NESLİ Mİ



Hani göçmüş yoldaşların hiçbiri yok

Sen mi kaldın kafileden böyle uzak

Postu sermekse meramın yola serdirmezler

Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak



Ayrıldı dostlar gönüldaş ikliminden

Şimdi onlar başka iklimlerde mecnun

Başka tek dişten medeniyete pâmal

Tutmuş her biri bir Pavlus eteğinden



Türk’e bu düşmanlık neden bu kin nereden

Zulme meydan okuyan kavm-i necip kim

Bari Asım’ın neslinden söz etme artık

Bir daha anma adını Âkif’in



Gün gelir Müslüman vurur taştan taşa

Küfre hayran serseri savruk başını

Bir mezar yeri kalmaz koysun nâşını

Görmedim bir kişi tek bir kişi meydanda garip



Vatan-cüda gibiyim ceddimin diyarında

Ne toprağında şu yurdun ne cuybarında

Bir âşina sesi, yahud bir âşina izi var

Sedâma beklediğim aksi vermiyor ovalar



Bileydim ey koca şark, ey cihan-ı duradur

Senin evindeki evladının nasibi hüzün, uzak diyar

Başın belalara girmiş, elin kolun pâmal

İçinden esti mi bir gün heva-yı istiklal







TÂRUMAR ŞEHSUVAR



Alper Tunga olasım var, Alper Tunga olasım

Ya dağları eritmeli, ya duvarlar kurmalı

Issız ajun ardım sıra ölümümü sormalı



Yitirdim ben atlarımı, deme bana şehsuvar

Sade ilim değil benim; aklım, gönlüm târumar



Bilge Kağan olasım var, Bilge Kağan olasım

Bu dağınık milletimi nasıl toplar iradem

Nasıl yine az milleti çok kılar benim vâdem



Yitirdim ben atlarımı, deme bana şehsuvar

Sade ilim değil benim; aklım, gönlüm târumar



Dedem Korkut olasım var, Dedem Korkut olasım

Boy boylayıp soy soylayıp ad koysam adsızlara

Hatırlatsam Tanrıyı Dumrul gibi bahtsızlara



Yitirdim ben atlarımı, deme bana şehsuvar

Sade ilim değil benim; aklım, gönlüm târumar



Bir Kaşgarlı Mahmud olsam, bir pîr-i Türkistanî

Bildirsem cihane ki, Türkçe bilmek fazilettir

Türk’e karşı tuzak kurmak ne büyük bir zillettir



Yitirdim ben atlarımı, deme bana şehsuvar

Sade ilim değil benim; aklım, gönlüm târumar



Alparslan’ın ordusunda bir asker olasım var

Üzengisin ben bağlasam o mübarek atının

Oradan yanına varsam şanlı Ulubatlı’nın



Yitirdim ben atlarımı, deme bana şehsuvar

Sade ilim değil benim; aklım, gönlüm târumar



Şimdi Seyit onbaşıyım kaldırdığım son mermi

Kırıp mâkus talihini güven verir bizlere

Agamemnun sırlarını çakarak denizlere



Yitirdim ben atlarımı, deme bana şehsuvar

Sade ilim değil benim; aklım, gönlüm târumar





LÂ HAVLE…



_ _ . . / _ _ . . / _ _ _ _



Lâ havle velâ kuvvete illâ billâ...



Balyoz gibi yumrukları olsun illâ!

İllâ ki, getirsin nidâ her vuruşla!



Allah Allah!



Ak saçlı erenler gibi pür pâk oldun;

Hamdım beni pişsin diye çâk çâk kıldın.



Allah Allah!



Sabreyledi hûşû ile vallâ billâ!

Hayret ki, nasıl oldu fesüphanallah?!



Allah Allah!



Rüzgâr gibi, şimşek gibi atlar bizde;

İz yok şehsuvardan ama gönlümüzde…



Allah Allah!



Eyvah bu ne hâl böyle, bu hâl ne hâldir?

Müslim misin, kâfir mi; çetin sûaldir.



Allah Allah!





FİKRİMİN YANAN GÜLÜ



* _ _ _ / * _ _ _ / * _ _ _ / * _ . _



Ruhum, kürsünde cûşâcûş sorar nîçin suâl bana

Vakit dardır zamanım yok cevâbımdır bu hâl bana



Neden meydan sizindir, ben neden mahpus perîşânım

Bu hâl sandım sürüp gitmez, döner şansım yürür şânım



Bu yerler yer değil; gökler neden çökmez, neden inmez

Neden ey tan zaman durmaz, neden ey can o yâr gelmez



Ne çok sevdim ne geç buldum neden birden bu terkediş

Yarabbim bendendir, senden değil sandım bu önseziş



Kırık kalplerde kan yokmuş, yanan gözlerde kanlı yaş

Bugün geçmiş yarın yokmuş zaman beyhûde bir telaş



Uzun yollarda koşturdum bitâp düştüm görmez misin

Şarâbındım senin, uykunda bir düştüm görmez misin



Asırlardır kölen oldum bugün yalnız değil kölen

Perîşânım uzun yıllar bugün yalnız değil ki ben



Zaman dursun etraf sussun okunsun şimdi her bakış

Gel ey tutkum gel ey derdim içimden çağlayan akış



Senin dünyandı Lütfîyâ, senin meydândı, pâyendi

Hayatından taşan mânâ, vazgeçilmez gâyendi



Ya bundan sonra Lütfî neyle meşgûl olsa hoş durur

Ya terkeyler, ya sabreyler; ateş gül olsa hoş durur





İMDÂD GAZELİ



_ _ . _ _ / . _ _ . / . _ _ . / _ _ . _ _



EYVAH Kİ, MEFTÛN OLAN KALMADI, İMDÂD EDEN OLSA BARİ

ELHÂK, ESİRİM YA, GAMDAN BENİ ÂZÂD EDEN OLSA BÂRİ



BİTTİM, ÖMÜR BİTMEDEN, YANDIM EZEL GELMEDEN ÂH-U ZARLA

ÂBÂD EDECEKTEN GEÇTİM AMMA, BİR YÂD EDEN OLSA BÂRİ



LEYLÂ UNUTMUŞ BİZİM HÂTIRÂMIZDAN NE KALMIŞSA ŞİMDİ

MECNÛN OLAN BİZDE YÂR ZOR, GÖNLÜ DİLŞÂD EDEN OLSA BÂRİ



KAYZERLERİN TAHTLARINDAN HABERİM YOK Kİ, BAHTINDA OLSAM

HAKKIN CEZA PAYDASINDAN BİZİ İB’AD EDEN OLSA BÂRİ



LÜTFÎ YA, AŞKIN SERENCÂMI BIRAKMAZ Kİ GİTSEM PEŞİNDEN

AHRETTE ÂHIM, GÜNAHIM İÇİN FERYÂD EDEN OLSA BÂRİ





SENİN İÇİN



_ _ . . / _ _ . . / _ . _



MÂLÛMU İLAMDIR SENİ SEVDİĞİM

DEVRÂNI ÇEVİRDİM BEN SENİN İÇİN



ŞÂHIN KIZIYIM BEN DEYÛ ETME NAZ

KAYZERLER DEVİRDİM BEN SENİN İÇİN



BİR TEK BAKIŞIN UĞRUNA BİL Kİ YÂR

DÜNYAYI VERİRDİM BEN SENİN İÇİN



CENNET DİYE HÜLYAM DEĞİL AŞKINA

ÂTEŞTE YANARDIM BEN SENİN İÇİN



LÜTFÎ KALAMAZ SENSİZ BU DÜNYADA

ARDINCA ÖLÜRDÜM BEN SENİN İÇİN



GAM GAZELİ



_ * _ _ / _ * _ _ / _ * _ _ / * _ _

Gamla meftûn oldu gönlüm, derde salsam ne gamdır

Âşikâr olmakta sırrım, ser de versem ne gamdır



Geldi tekrar etti handân aşk-ı virdim yalan mı?

Arşa sığmaz tâcı artık yerde görsem ne gamdır



Merde muhtâç olmadım hiç, merde verdim ne varsa

Ah! Hıyanet kıldı mert, na-merde kalsam ne gamdır



Gör ne dâvâlar perîşân, bil ne diller lâl oldu

Şehsuvâr vazgeçme yârdan ben de geçsem ne gamdır





Derin Devlet Gazeli



_ * _ _ / _ * _ _ / _ * _

Ey vefasız meskenet, ey derde dert katan felek

Izdıraptan başka bir zevk vermeyen zindan felek



Gönlü bin aşktan usanmış lâl eden mecnûn gibi

Döndürüp dursun belâ düşsün ay katran felek



Ay ki, biz uğrunda yandık hem yakıp bin şems ve arz

Hem bulandık ab-ı aşkla rengi tam safran felek



Hep karanlık, hep elem verdin ah gündüz bile

Yâda değilmiş; banaymış garazın, tafran felek



Yaş döküp gündüz gece ben ağlamaktan derbeder

Zalime dost, sevdâya düşman, devlete yârân felek



Nerde bir ehl-i dâvâ var ise verirsin belâ

Ol derin devlet gibi bir şeytana hayrân felek



Gelse hanlar, kahramanlar baş idemez fendiyle

En umulmaz tezgâhları döndüren devrân felek



Verdiler yıllarca emek, ehl-i dâvâ hiç kaçmadı

Süflî, sırtından geçinip durdu, ne hicrân felek



Çark-ı bî sâfâ etti pervâne gönlüm ardına

Şehsuvâr der, gölgeler ki bahtına seyrân felek





FELEK GAZELİ



ALDI FELEK GÖNLÜMÜZDEN AŞKI VÎRÂN EYLEDİ

DERDE SALIP KILDI MECNÛN, HEM PERÎŞÂN EYLEDİ



NEFSİLE GİRDARDI KİM, ZEVKE GİRİFTÂR OLDU HEM

GEÇTİ DÜNYALIKLA ÖMÜR VAKTİ ZÎYÂN EYLEDİ



BİTTİ DENİZ, BİTTİ HEVES, BİTTİ YAZIK GENÇLİĞİM

BİR NİYÂZIM VARDI LÂKİN CÂNA PİNHÂN EYLEDİ



KÜSTÜ GÜLLER, MOR ÇİÇEKLER SARDI HÜZÜN HER YANI

VAY Kİ GÜLİSTANI BAŞTANBAŞA TÂLÂN EYLEDİ



ÇÖLDE KALSAN ÇÂRESİZ BİR KATRE VERMEZLER SANA

SERVİ BÜLENDİM SENİ KİM AŞKA UMMÂN EYLEDİ





KAHIRLA FİKRİYAT



_ _ . _ / _ _ . _ / _ _ . _ / _ _



Ey nefsinin ummân gibi matlûbuna meftûn

Ey körpe cesetten dirilen ruh gibi efsûn



Ey mazlumun âhında bî-pervâ dolaşanlar

Hırsın ve zulmün rengine –efsûs- bulaşanlar



Ey hakkı söylerken dili seyrân yüzü giryân

Ey Hakkı hizmetkârı sayan kendine hayrân



Ey toprağın meyyîd kokusundan bunalan kan

Ey ufkunun mor hattına eyvâhla akan tan



Ey çizginin altında nidâ vermeyen esrâr

Ey çizginin üstünde sağırdan sağır efkâr



Gelmez yarar, heyhât; ölüsünden dirisinden

Beyhûde bekler bekleyen âsar esininden



Ey Şehsuvâr! bilmez misin kahrettiğin sensin

Sensin! Senin fikrin, senin mâzin, senin rengin



Yâhû neden susmaz, neden uzlette kalmazsın

Nîçin çekilmez böyle hicrânınla yanarsın



Eyvah ki yâr yok, yer de yok; gölgenle git şimdi

Gölgenle git, vehminle git artık diyen kimdi



Ey ses! derûnumdan gelen ey ses! bozuk saat!

Birden çalan çanlar, susan vicdan, biten tâkat!



Lütfî, şikâyet etme matlûbuyla memnûndan

Devrân döner vuslat çalar mâşuk-u Zünnûndan



Artık niyaz vaktinde dem makâmıdır yâ Hû!

Artık vedâ zamanı hayret ânıdır yâ Hû!





İÇİMDE BİR NAZIM HİKMET VAR*



İçimde bir Nazım Hikmet var

Kaçıp kurtulmak istiyor kendinden

Kendine dair ne varsa…

Şu kaldırımlar, şu insan seli, şu vatan

Ve bedenim ruhuma ne kadar dar



İçimde bir Nazım Hikmet var

Şikâyet üstüne şikâyet ediyorum

Hiç kimse anlamıyor beni

Ne hakikatli bir dostum var

Ne aşkımı taşıyabilecek bir yâr



İçimde bir Nazım Hikmet var

Bu kadar yalan dolan içinde

Bu kadar sahte etiketler

Maneviyatçı geçinen çıkarcılara karşı

Sanırım en çıkar yol: tırım tırım trak, makinalaşmak



İçimde bir Nazım Hikmet var

İhanet, uyum çarşafının dolambacı

Nasıl da huzur içinde mutmainler

Ben huzur bulamıyorum artık

Bu kadar hain kalabalığı içinde



İçimde bir Nazım Hikmet var

İçimden, ta içimden fırlattığım sarkacı

Tutmuyor, tutamıyor hiçbir el

Ne var anlaşılamamaktan daha acı

En yakınlarım bana yaban, bana el



İçimde bir Nazım Hikmet var

Ne Piraye’sinde aklı, ne Vera’sında

Bu kadar soysuzun istilâ ettiği

İstanbul’un yitip giden aklında

Ve çürüyen kalbinde



İçimde bir Nazım Hikmet var

İçimde büyüyor ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretim

Memleketim ve o kadar sevgilim

Hepsi “büyük, güzel, muzaffer”

Esirliğim hürriyetim, hürriyetim esirliğim



İçimde bir Nazım Hikmet var

“Bir gönülde iki sevda olamaz” derken

“Olur” der bir başka sesim

Sevdiğim kadınlar iki dilde, memleket gibi

Kaçarım memleketimden memleketime



İçimde bir Nazım Hikmet var

Her “sen”de imkânsızlığı seviyorum

Dışarıdaki evde olmayı

Her Mehmet’i seviyorum, her seni

Yani ki memleketi her…



İçimde bir Nazım Hikmet var

Alıp yeni sosyalizm meş’alesi dağlar aşaraktan

Dolaşmak istiyorum eski memleketleri

Bakü’den Taşkent’e, Kâbil’den Filistin’e

Her memleketten bir sevgiliyle ağlaşaraktan



İçimde bir Nazım Hikmet var

Sarışıp birbirine ağlıyor kadınlarım

Nasıl da anlıyorlar dillerini birbirlerinin

“Siz ki tanımazsınız birbirinizi”

Onları seyreden gözlerimde yangın var



İçimde bir Nazım Hikmet var

Koşuyorum, uçuyorum, tutamıyorum

“Gençliğim mi, yıldızlar mı, memleket mi daha uzak”

Benim de kahramanlığımdır ya

Ölüme hep hazır olmak



İçimde bir Nazım Hikmet var

Sürgün yer sürgün üstüne…



*Nazım’ın hakkında sevgili dostumuz Anar’ın Kerem Gibi adlı kitabı var. Dahası bütün Türk Cumhuriyetlerini gezdiğimizde Nazım’ın oradaki Türklere nasıl millî ruh aşıladığını ve farklı bir işlevi olduğunu müşahede etmiştik. Nazım ile Türk dünyası mütemmim cüz artık.





CEMAL AMCA’DAN



Onikinci Bölüm



175

Vah içimi o dağlayan zamanlar

Unutulup bar bağlayan zamanlar

Apansız çıkıp çağlayan zamanlar



Ne günlerdi çok can verdik toprağa

Yazmadan onları altın yaprağa



176

Cemal Amca kaytıp ata eline

Özge tutup dilimizi diline

Dönekliği verip bozkır yeline



Böyle diyor şanıraktan esen yel

Zaten maziyle bağ, pamuktan teğel



ŞANIRAK: Kazak bayrağında da yer alan ve küyüz üylerin kıl çadırlı evlerin orta direklerinin üstündeki göğe açılan ve çadır direklerini birleştiren çadır tepesi; birliğin simgesi aynı zamanda…



177

Taşlara basınca uyandı sular

Kızaran güne bakıp yandı sular

Çağlayıp duvara dayandı sular



Yüzünde ay gibi parlardı sular

Üçlere kırklara akardı sular



178

Celladın afet-i cânındır senin

Merâmın Mansûr-ı dârındır senin

Âhın nâme-i hezârındır senin



Yârdan kahr ile nazar düştü yâ Hû

Bahtımıza intizar düştü yâ Hû



179

Söz yarım, haydi dûa-yı seyyide

Göz yarım, haydi senâ-yı seyyide

Köz yarım, haydi fenâ-yı seyyide



Sözle bağrını göz Hây deyû açtı

Közde nâr oldu dil, Hû deyû uçtu



180

Ya kuzgun leşedir ya devlet başa

İnanmazız artık kavim kardaşa

Kendi bozkurtunu çiz dağa taşa



Asenalar dansöz oldu kurtuldu

Börteçine kör kuyuda uludu



181

Düştüm birdenbire çoktan çok aza

Davul tokmağından ince bir saza

Yayla havasından buzdan ayaza



Sıla böyle tutmaz böyle yanmazdı

Gönül her gelene böyle kanmazdı



182

Ne bilelim gardaş yan yana yazdı

Sıcaktan terlerken yaz dona yazdı

Aşk nâmelerini yâr kana yazdı



Kâğıtlar, kalemler, havalar döndü

Mevsimler, sevdâlar, dâvâlar döndü



183

Cemal amca vakit tamam olunca

Haktan izin çıkıp vâde dolunca

Ömür sayfaları bir bir solunca



Şehsuvar da kalanlara göz eder

Kalanlar da belki ondan söz eder



Onüçüncü Bölüm



184

Kimi ümmet dedi kimi de ulus

Ne şuur var, ne izan var, ne de us

Unutulmuş hem Mevlânâ, hem Yunus



Oğuz nerde, Yavuz nerde, biz kimiz

Kalır mı ki yarınlara izimiz



185

Tezkere peşinde gezen coniler

Kurar yeni limanlar, koloniler

Lawrensler ki artık aleniler



Musevi, İsevi kılıklı pagan

Ulemâdan Çandarlı, Pamuk, Altan



186

Aydınlardır bizi bizden soğutan

Bereketli toprakları kurutan

Vehime vesveseyi yağmalatan



Deryâlar içredir deryâyı bilmez

O derin gönlünden korkuyu silmez



187

Yine de ocaktan ses verenler var

Birkaç yiğit ses o sergerde Genç var

Boşa değilmiş biraradalıklar



Şarkın sevgilisi Selahaddin’i

Gösterip bildirdi şarka haddini



188

Kürdü, Türkü, Arabı doğuyu bütün

Batıya râm edip olacak üstün

Votka, rakı, kola, eroin, tütün



Evangelist çete Roma peşinde

Sünnetliler haç taşıyor döşünde



189

Misyoner tuzağı diyalog zemin

Zalimden korkana denir mi mümin

Hakka sarıl, güven, emin ol emin



İnanıyorsanız siz üstünsünüz

Ünsüz değil, ünlü değil, ünsünüz



190

Kırık aynalarda kırık ışıklar

Âşıklar yolunda bezgin âşıklar

Eski zamanlardan işaret şıklar



En önceden en sonraya gör bağı

Kenar olma, merkez sensin; kur çağı



191

Alper Tunga Zülkarneyni unutma

Korkut Ata masal mı ki, uyutma

Alparslan’la süpermeni bir tutma



Çizgi film değil ki, tarihin gerçek

Kürşad’dan Gazi’ye sıralı tek tek



192

Duy gazi atların nal seslerini

Bırak boş çelebi heveslerini

Aç destan Türkü ve nefeslerini



Mâzi şanlı tamam, perestlik eksik

Yarına, ufka bak, sımsıkı dimdik



193

Daha birkaç bin yıl burdan gitmeyiz

İstediler diye hemen bitmeyiz

Gül dereriz sade davar gütmeyiz



“Lütfi ya, sen kesme ümid Hüdâdan

Lâ teknedû gelir yine sedâdan



Sen zannetme Rahm-ı Rahmanın gitti.”



***



BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI



1

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI GEL EYLER BİN GÖNÜLÜ

ÖLMÜŞLERİ YOLA KOYAR, TESBİHLERİ TÂN EYLER

ODUR MAZLUMUN COŞKUSU, ZULMÜ PERİŞÂN EYLER

NİCE DÜŞMÜŞ HANLARI TEKRAR TEKRAR ZİŞAN EYLER

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI YEL EYLER BİN GÖNÜLÜ

2

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI DİKENLERİ GÜL EYLER

HAKKA VARAN YOL EYLER ÇARPIK ÇURPUK AYAKLARI

EMİN BİR KALE YAPAR KIRIK DÖKÜK SAÇAKLARI

BİR CENNETE ÇEVİRİR YOZ MEŞELİ KOYAKLARI

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI ERLERİ BÜLBÜL EYLER

3

BİR GÂZİ DERVİŞİN ÂHI YAKIN EDER IRAĞI

BAKARSIN CÂHİLİ ÂLİM, ÂLİMİ CÂHİL KILMIŞ

SOL SAĞ OLMUŞ, SAĞ İSE SOL; CÜMLELER ŞAŞKIN OLMUŞ

NEFSİ MUTMAİNLERİ ENVAY GÜNAHLARA SALMIŞ

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI CADDE EDER SOKAĞI

4

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI AKITIR BİN GÖZDEN YAŞ

OD ÇALAR, NEFSİ YAKAR; UÇURUR CÂNI TENDEN

HABER VERİR O YOLCUYA GİDENDEN VE GELENDEN

İRFANDAN KANATLAR TAKAR, GÖTÜRÜR SENİ SENDEN

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI BİN ORDUDAN ALIR BAŞ

5

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI KAYZERLERİN TAHTINI

YIKIP DA SÜRÜYE AHIR, KERVANLARA YOL EYLER

YAKIP İÇİNİ CANLARIN TOZA DÖNMÜŞ KÜL EYLER

YABANLARI YOLDAŞ KILIP YAKINLARI EL EYLER

BİR GÂZÎ DERVİŞİN ÂHI BAŞTAN YAZAR BAHTINI



KALMADI



BENİM DERDİMİN DERMANI, BU CİHANDA KALMADI

AŞKTAN BİR KIRINTI OLSUN O CANANDA KALMADI



MELEKLER TUTUŞUP YANDI KALBİMDEKİ ATEŞTEN

İSMİMDEN BİR HECE BİLE DUDAĞINDA KALMADI



GÜNAHIMI, SEVABIMI AŞK İLE DEFTERİNE

YAZAN KÂTİP HEM O YANDA, HEM BU YANDA KALMADI



HALKA RÜSVA ETTİ BENİ BU AŞKIN SERENCAMI

NE BİLEN, NE HAK VEREN; ÖYLE İNSAN DAKALMADI



ŞEHSUVAR KOY BU İLLERİ ELİ OLAN İŞLESİN

ÇOKTAN TERKEYLEDİ BİZİ, TEN BU CANDA KALMADI







Yorumlar









Aktif Ziyaretçi 43
Dün Tekil 1349
Bugün Tekil 1459
Toplam Tekil 4074735
IP 18.216.32.116






TURAN-SAM PRINTED ISSN: 1308-8041
TURAN-SAM ONLINE ISSN: 1309-4033
Journal is indexed by:





























15 Sevval 1445
Nisan 2024
P
S
P
C
Ct
P
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30


Asil yetimler anadan babadan de il, ilim ve ahlaktan yoksun olanlard r. (HZ. AL )


Ekle kar









Anasayfa - Amaç - Hedefimiz - Mefkuremiz - Faaliyetler - Yönetim - Yasal Uyarı - İletişim

Her Hakkı Saklıdır © 2007 - 2023 TURAN-SAM : TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sayfa 1.192 saniyede oluşturulmuştur.

TURAN-SAM rssTURAN-SAM rss
Google Sitemap

"Bu site en iyi mozilla firefox'ta 1280x960 çözünürlükte görüntülenir."

Turan Portal v1.3 | Tasarım TURAN-SAM , Kodlama Serkan Aygün

Turan Nedir?, Bilimsel Dergiler, En popüler Bilimsel Dergi, Endeksli Bilimsel Dergiler, Saygın Bilimsel Dergi, Türk Dünyasının en popüler ve en saygın Bilimsel Hakemli Dergisi, SSCI, SCI, citation index, Turan, Türk Devletleri, Türk Birligi, Türk Dünyası, Türk Cumhuriyetleri, Türki Cumhuriyetler, Özerk Türkler, Öztürkler, Milliyetçi, Türkçü, Turancı, Turan Askerleri, ALLAH'ın askerleri, Turan Birliği, Panturan, Pantürk, Panturkist, Türk, Dünyası, Stratejik, CSR, SAM, Center for Strategical Researches, Araştırma, Merkezi, Türkiye, Ankara, İstanbul, Azer, Azeri, Azerbaycan, Bakü, Kazakistan, Alma-Ata, Astana, Kırgız, Bişkek, Kırgızistan, Özbekistan, Özbek, Taşkent, Türkmen, Türkmenistan, Turkmenistan, Aşxabad, Aşkabat, Ozbekistan, Kazakhstan, Uzbekistan, North, Cyprus, Kıbrıs, MHP, AKP, CHP, TURKEY, Turancılık, KKTC, Vatan, Ülke, Millet, Bayrak, Milliyet, Cumhuriyet, Respublika, Alparslan Türkeş, Atatürk, Elçibey, Bahçeli, Aytmatov, Bahtiyar Vahabzade, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, İsmail Gaspıralı, Gaspırinski, Nihal Atsız, Alptekin, Kürşad, Tarih, Kardeş, Xalq, Halk, Milletçi, Milliyetçi, Yürek, Ürek, Türklük, Beynelxalq, Arbitrli, Elmi, Jurnal, Nüfuzlu