Karabağ Soykırımı ve Ermenistan Türkleri - Mustafa Nevruz SINACI - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









Karabağ Soykırımı ve Ermenistan Türkleri - Mustafa Nevruz SINACI
Tarih: 28.03.2012 > Kaç kez okundu? 3036

Paylaş


Bütün dünyada, kuyruklu bir yalan olan “Ermeni soykırımı furyası” fütursuzca sürüp giderken; Başta TC’nin siyasi tertip ve teşekkülleri, STK örgütleri ile aidiyet ve milliyetleri şaibeli “Ulusal Medya” nam soytarılarla paçavraları ısrarla gerçekleri gizliyor ve alçakça üç maymunları oynamayı sürdürüyorlar. Bu bir utanç, basın etiği yönünden ise zillet ve cinnettir.

Ayrıca, iftiraya alet olmak, yalan beyan, yanlış yayın, orijinal tarihi karartmaya, somut gerçekleri örtbas etmeye teşebbüs ve tefrika unsurlarına yardım, yataklık aleni suçtur. Peki, şu ‘özel ve güzel yetkili’ C. Savcılarımız bu ve benzer “kamu güvenliğini tehdit, tedbiri bertaraf ve ülkeyi acze düşürerek zaafa uğratmayı, milli direnci kırmayı ve milli hafızayı çökertmeyi” hedefleyen organize suç ve suç örgütlerinin üstüne neden gitmez? Türk Dışişleri (!) Ermeni soykırımı kanunu çıkaran ülkelere niçin?, diplomatik nota vermez, yaptırım uygulamaz?”

Kökleri tarihin bağrına dayalı geleneksel medeni hukuk’umuza ne oldu?

Ya umur-u devlet!.. Yahut, gelenek, tarihi sorumluluk ve gerçek!..

Milli değerler ve manevi mukaddesler nerede Allah aşkına!…

Kendileri parlamento atanmışları olmalarına rağmen, ısrarla “milletvekili” imişler gibi davranan, halka çok para ve pahaya mâlolan eşhas ile münhasıran uzantılı, bağlantılı oldukları politika mahfilleri “milli meseleler karşısında” ne yapar? Tarihin ve tabiatın sarsılmaz gerçeği milli hafızayı yaşatmak, maddi-manevi değerleri idame, ikame ve muhafaza etmek iken; başta dünyanın en ileri, zengin, güçlü ve kalkınmış devletleri inatla, ısrarla bunu yaparken; Şunlara ne oluyor ki, tam bir şerefsizlik ve soysuzlukla Türk Vatandaşlığı kavramını bile Anayasadan kaldırmayı telâffuz edenlere katlanıyor, müsamaha gösteriyor veya himaye ediyorlar!...

Bu aymazlık, densizlik, haddini ve kendini bilmezlik tehlikeli olmaya başladı.

Artık kafaları kumdan çıkartma, uyanma, ayıkma ve kendine gelme zamanıdır.

ERMENİSTAN TÜRK’LERİ

Bir yanda menfur yalan-dolan, iftira ve furyalarla 3T (tanınma, toprak ve tazminat) peşinde koşan Ermenistan, diğer taraftan nasıl, düne kadar ülkesinde yaşayan Türk azınlığın kökünü kurutmuş? 1979’lu yıllara kadar Ermenistan’da yaşadıkları söylenen ve pek çok ilmi eser ve kaynakta bahsi geçen, 225 bin dolayındaki Türk ne oldu? Mesele bu kadar da değil. Lütfen şu bilgilere bakın: “1. dünya savaşı öncesinde Erivan Vilayeti'nin Türk ve Ermeniler dâhil nüfusu 1.014.255;, 1914 -1919 yılları arasında Türkiye'den Erivan Vilayeti'ne 300 bin Ermeni gitmiş. Bu rakamı üsttekine ilave ettiğimizde 1.314.255 eder. Dönem nüfus artışını hesaba kattığımızda 1922’de Erivan Vilayet nüfusunun 1.400.000 civarında olması gerekir.

Ancak, Ermenistan da 1922'de yapılan nüfus sayımında bütün Ermenistan'daki nüfus 772.052'dir. Aradaki fark 600 binden fazla. Bu durum dikkate alındığında Türklerin ne kadar büyük bir soykırıma maruz kaldıkları ortaya çıkmaktadır. Ermenistan'da Sovyet hâkimiyetinin kurulması ve Türkiye ile yapılan Kars Antlaşması sonrası, Ermeni Cumhuriyeti'nin teşebbüsü ile önceden Taşnak zulmünden İran ve Azerbaycan'a göçen 60.000 Türk, ata topraklarına geri dönüş yapmış olup; Bunların gelmesi ile Ermenistan'da 1922 yılındaki Türk nüfusu 72.596'ya ulaşmıştır. Bu sayı 1926'da 84.717'ye, 1939'da 130.800'e yükselmiştir.” (…Erivan (Revan) Vilayeti' nin Demografik Yapısı, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ASLAN)

İşte, Karabağ’ın alçakça işgali ve kalleşçe soykırımı dışında önemli bir mesele…

Bu, TC ve Türk Dünyasının asli meselesidir. TC hükümeti ve diğer sözde özgür Türk devletlerine rağmen: Pakistan, Hocalı soykırımı ile ilgili resmi bir karar aldı. Azerbaycan'ın % 20'sinin Ermeni işgali altında olduğunu hatırlatarak, 26 Şubat 1992'de Ermeniler tarafından Hocalı da sivil halka yapılan soykırım şiddetle kınanarak, Ermeni ordusunun bölgeyi kayıtsız ve şartsız boşaltmasını istedi” (03 Şubat 2012, CHA) Daha önce Meksika parlamentosu da benzer bir karar almıştı. AB üyesi Macaristan da konuyu Parlâmentosuna taşıdı. Şimdi sorulur:

Buna karşın, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, parti ve parlâmenterleri ne yapar?!..

Türkî ve İslâm kardeşler; Özellikle İran niçin soykırımcı Ermenistan’a tavır almaz?!..



“SIFIR SORUN” FURYASI,

ÜTOPYA VE GERÇEK

Mustafa Nevruz SINACI

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Celâl Bayar ve demokrasi Şehidi Ali Adnan Menderes dönemlerinde mükemmel hariciyecileri vardı. Buna paralel, Türk Dış politikası isabet, onur, uygunluk, kararlılık ve istikrar bakımından (Osmanlı sonrası) altın çağını bu son liderler zamanında yaşadı. Buna mukabil, gayrisi ve sonrası olarak:

1938, 39 hariç, 1940’dan 50’ye kadar hariciye tam bir muammadır.

1950 – 1960 arası; 27 Mayıs’ı zorunlu kılacak kadar mükemmel...

Son elli yıldır “eş başkanlık” düzeyinde zillet…

Sürüncemeye kalan Milli Dava Kıbrıs; Emanet ve hukuki müktesebata rağmen iktisap edilemeyen 12 adalar; Akamete uğrayan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti; Türk hinterlandında (günün Türkî cumhuriyet ve özerk (!) Türk toplulukları nezdinde) tesis ve temin ettirilemeyen siyasi, milli, manevi ve kültürel misyon; Vakfiye sıfatıyla, tapusu elimizde olduğu halde ilhak edilemediği için düşmana râm olan Musul, Can Kerkük; AB’nin şamar oğlanı Yunan, Ermeni ve Bulgar ile insanlık düşmanı komünist Suriye, irin tutan kangrenli sorunlar olup çıktı…

Üstüne üstlük, biri Annan Plânı gibi vahim bir ihanet belgesini yazacak; Diğeri Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin zevaline sebep aihm Louzidiu davasına Yunan asıllı Avukat gönderecek kadar kinli kripto monşerlerden; Dışişlerine atama yapacak kadar gaflet, dalâlet ve hıyanet ile malûl; “Ermeni soykırımı kanunu çıkaran ülkeleri” şiddet ve nefretle kınayıp, diplomatik nota vermekten ve yaptırım uygulamaktan aciz, zavallı hariciye ve hariciyeciler…

“Yunan tarafından işgal edili 2 Türk adası ile ilgili” yasal başvurular halâ dış işlerince cevaplanmadı. Nedeni her halde “sıfır sorun” ütopyası olsa gerek. Zira gördük ki, bu siyasetin esası güdümlülük, örtülü bağımlılık, mütekabiliyeti terk ve ilga; Sorun çıkmasın diye almadan vermek ve milli politikaları, AB-ABD dayatmaları doğrultusunda terktir. İş bu nedenledir ki:

Ermeni mezalimi ve Türk-Müslüman soykırımı hâlâ kanunlaşmadı.

Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ bölgesi ve Hocalı da 1992’de vaki Ermeni soykırımı tanınmadı. Karabağ hâlâ işgal altında. Ermeniler tarafından önce Anadolu, sonra Ermenistan Türkleri ve nihayet Yukarı Karabağ’da gerçekleştirilen vahşet, dehşet, intikam ve katliamlar; Uluslararası (evrensel) hukuk normlarında suç olarak kabul edilen soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında yer alan tanımlarla birebir örtüşmesine rağmen, henüz tanınmamış ve tescil edilmemiştir. Sebep: Sıfır sorun furyası ve ütopya, gerçek Türk ve TC düşmanlığı..

Girit, Rodos, Kıbrıs, 12 ada ve nihayet Bosna Hersek, Srebrenica soykırımları da akim kaldı. Tanınmadı. Oysa bu vahşi katliam ve soykırımların tamamı Cenevre sözleşmesi, İnsan hakları beyannamesi, vatandaşlık ve siyasi haklar uluslararası sözleşmesi, ateşkes zamanında ve askeri çatışmalar zamanı kadın ve çocukların korunması beyannamesi ve soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin BM sözleşmesi'nin 2. md.de yer alan ‘milli, (etnik) bir ırkı veya dini bir grubu kısmen veya tamamen imha etme” biçiminde tanımlanan Jenosit / soykırım kavramı ile tamamen örtüşmektedir. Ama tanınmamıştır. Mesele siyasidir. Ayrıca:

Türkiye Cumhuriyeti’nin, çok büyük bedeller ödenerek kurulmasına; düyun-u umumi dâhil diyet borcu kalmamasına; Ülkesi ve milletiyle hür ve hükümran olmasına; Hükümferma hükümeti, Meclisi, İç ve Dış İşleri Bakanlıklarının bulunmasına rağmen Türkiye’de:

“Türkiyelilik” gibi ilim, akıl, hukuk ve ahlâk dışı bir kavram nasıl tartışılabilir?..

Kesintili ve kaotik “açılım” politikalarının dayandığı gerçek amaç ve hedef nedir?

Sözde tedhiş örgütünün ayağına neden mahkeme götürülmüştür? İsviçre bankalarında yattığı iddia edilen 1 milyar dolar parası niçin bloke edilmiyor? Gerçekte, bir terör örgütünün bulunmadığı; pkk’nın 1991'de Peşmerge denilen Barzani kuvvetlerine katıldığı, 2003 Körfez savaşıyla da, Kuzey Irak Federe Kürt Yönetimi ordusuna dönüştüğü; 2011'de Irak'ta Yahudi Kürt Devleti temellerinin atıldığı; Kalkınma Ajansları ve yerel yönetim yasası çerçevesinde Doğu'da sözde Kürt Özerk Yönetim oluşturulmak istenmesine" Neden? Niçin? İzin veriliyor?

Lânetli muhalefet, “Sıfır sorun furyası” ve kirli ütopya’ya karşı ne yapıyor?..



EK: ÖNEMLİ BİLGİ VE;

“YORUMU KENDİNE MÜNHASIR”

BELGE



Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç,



23. Dönem AKP Antalya Milletvekili..1959 Antalya doğumlu.. İktisatçı, Dış Politika Uzmanı ve Öğretim Üyesi; Viyana İktisat Üniversitesini bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını aynı Üniversite de tamamladı. Viyana Diplomat Akademisi'nde ihtisas yaptı. Doç. ve Profesör oldu. Bir çok Üniversite de öğretim üyesi olarak ders verdi. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Dekan Yardımcılığı, Çankaya Üniversitesi’nde Bölüm Başkanlığı, Beykent Üniversitesinde Dekanlık, Rektör Yardımcılığı ve Rektörlük, Bahçeşehir Üniversitesinde Uğur Eğ. Kurumları Başkanvekilliği, Uluslararası Balkan Üniversitesinde Kurucu Rektörlük görevlerinde bulundu. TOBB ve Dış Ekonomik İlşk. Kurulu'nda; KEİPA, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Ankara Ticaret Odası'nda yönetici ve danışman olarak görev yaptı. 23. Dönem'de Türkiye-AB KPK Üyesi oldu. Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca ve Arapça, orta derece Rusça bilen İrbeç'in yurt içi ve yurt dışında 100'ün üzerinde bilimsel makalesi ve 3 kitabı yayınlandı.

21 Ocak 2011 günü, yaptığı bir basın toplantısıyla partisinden istifa etti.



Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç,

Basın açıklaması, orijinal metin: (*)



“Bildiğiniz gibi, 22 Temmuz 2007'den beri Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde AK Parti Milletvekili olarak bulunmaktayım. Milletvekilliğinden önce, birçok üniversitede hem akademisyen, hem de rektör olarak çalıştım. Türkiye ve dünyadaki ekonomik ve politik gelişmeleri yakından takip eden, 7 yabancı dil bilen bir milletvekili olarak; AK Parti Ekonomik İşler Başkan Yardımcılığı ile TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkan vekilliği görevlerinde bulundum.

Bu görevlerim sırasında, birçok uluslararası temaslarım oldu ve ülkemi en iyi şekilde temsil etmeye ve menfaatlerini korumaya çalıştım. Vatanına, milletine ve manevi değerlerine bağlı bir milletvekili olarak; içinde bulunduğum partinin özellikle iç politikada takip ettiği stratejinin ülkemize getireceği zararlar konusunda endişelerim arttı.

Çünkü takip edilen politikalar ile ülkemin ve milletimin sosyolojik, psikolojik ve coğrafi yönden bölünme sürecine sürüklendiğini üzüntü içinde görmekteyim.

Bu endişelerimi, hem milletvekili arkadaşlarım arasında ferden, hem de parti toplantılarında defalarca ve alenen dile getirdim. Ancak, yaptığım görüşmelerin ve konuşmaların, keza ikazların hiçbir fayda getirmediğini üzüntüyle müşahede ettim.

Bu kaygılarıma sebep olan hadiselerin başında, Başbakanın her konuşmasında toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri gelmektedir. Şöyle ki; Sayın Başbakan 4 Ocak 2011 tarihli grup konuşmasında aynen şu cümleleri kullanmıştır: "Ama biz, bu ülkedeki tüm etnik unsurları, dedik ya, Türk'üyle, Kürt'üyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Gürcü'süyle, Abaza'sıyla, Roman'ıyla, aklınıza ne gelirse hepsiyle, bunlar birer alt kimliktir ve bunlar kesrettir ve vahdette biz bunları topluyoruz."

Sayın Başbakan bu tür söylemleri, milletimize verdiği zararları hesap etmeden alışkanlık haline getirmiştir. Davranışlarından da, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyeceği açık bir şekilde görülmektedir. Buna karşın önceki başbakanlardan hiçbiri, devlet adamı sıfatı ve ciddiyetiyle, böyle bir söylemi benimsememiştir. Vatanına, milletine ve manevi değerlerine bağlı ve aynı zamanda milletinin fertleri arasında hiçbir ayırım gözetmeyen bir milletvekili sıfatıyla, Başbakana şahsen şu soruyu yöneltmek istiyorum: "Sizden evvel bu milleti kim böldü de, siz bütünleştirmeye çalışıyorsunuz?"

Şahsen, milletin ismini telaffuz etmekten kaçınan bir tutuma karşı tepki vermek zorunluluğunu hissediyorum. Ülkemizin anayasal adı Türkiye'dir ve üzerinde vatandaş sıfatı ile yaşayan herkes Türk'tür. Bu bir alt kimlik değildir. Oysa Başbakan söylemlerinde milletimizi bütünleştirici bir unsur olan Türklüğü sürekli ve anlaşılmaz bir biçimde alt kimlik haline getirme çabası ve gayreti içindedir.

Ben, aynen Başbakan gibi, İmam Hatip Lisesinden mezun olmuş bir kişi olarak; Başbakanın benimsediği bu davranış ve söylemi sonucunda ortaya çıkan ayırımcılığın yüce dinimizde de yerinin olmadığını ifade etmek istiyorum.

Şimdiye kadar, AK Parti içinde birlikte çalıştığım arkadaşlarımla ve AK Parti'ye oy vermiş vatandaşlarımızla hiçbir sorunum olmamıştır.

Ancak, AK Partiye oy vermiş, aynı endişeleri taşıyan çok sayıda milletvekili arkadaşlarımın ve vatandaşlarımızın olduğunu da biliyorum. Tepkim, parti yönetiminin endişelerimi tetikleyen birlik yerine bölünmeye taşıyan baskıcı politikalarınadır.

Açılım politikalarının milletimizin yüreğinde Habur ve benzerleri ile açtığı yara, hepimizin malumudur. Seçim sonrası yapılacak anayasal değişiklikler ile milletimizin ve ülkemizin birlik ve bütünlüğünün bozularak, bu yaranın daha da derinleşeceği endişesini taşımaktayım.

Şu anda gösterilen yoğun çaba, her türlü hassasiyeti göz ardı ederek halk oylamasına ihtiyaç bırakmayacak bir milletvekili sayısına ulaşmayı hedeflemektedir. Vatanın ve milletin bütünlüğü üzerinde hiçbir şekilde parti politikası kabul edilemez. Burada asıl olan, milletin birliğini ve bütünlüğünü korumaktır.

Bu duygu ve düşüncelerle, şimdiye kadar mensubu bulunduğum AK Parti'den istifa ediyorum. Bu vesileyle bana oy vermiş veya vermemiş olan bütün Antalyalı hemşerilerime şahsıma gösterdikleri itimat, güven, destek ve teveccühlerinden dolayı şükranlarımı sunar, görevimi bundan böyle de bir nefer olarak aynı hassasiyet içinde sürdüreceğimi bilmelerini isterim. Saygılarımla. Ankara, 21.01.2011.”

(*) Mehmet Tançgil, Bismarckstrasse 89, D-40210 Düsseldorf,

Tel. +49 211 46872777 - Fax +49 211 46872777 - Mobil +49 172 2425440,

memo@tancgil.de









































NİFAK TOHUMLARI, TEFRİKA VE TEDBİR!..

Mustafa Nevruz SINACI

09 Şubat 2012 Perşembe günü MİT’in Oslo’da ihanet şebekesi ile imzaladığı atıf ve iddia olunan (9) maddelik “mutabakat metni” görsel ve sosyal medyada yer aldı (*) Politika çevreleri ve muhalefet tarafından da kamuoyuna “İhanetin Belgesi” olarak deklare edilen, deli saçması, primitif uydurması, sözde “mutabakat metni” şu: Lütfen sabır ve dikkatle okuyun!..

“İhanetin belgesi değil midir bu…!

MİT’in Oslo’da pkk ile imzaladığı (9) maddelik mutabakat metni:

1. Yeni anayasa ile özerk kürdistan’ın kurulmasının önünün açılması,

2. Özerk kürdistan’da, polis teşkilatı görevinin pkk tarafından üstlenilmesi,

3. Nato veya BM silahlı güçlerinin, özerk kürdistan’a yerleşmesi için uygun zeminin hazırlanması,

4. Abdullah Öcalan’ın cezasının önce ev hapsine dönüştürülmesi, sonraki aşamada tamamen serbest bırakılması,

5. Özerk kürdistan dışında (Türkiye’de) kalan Kürtler’in güvenliğinin sağlanması için, tüm emniyet önlemlerinin etkili şekilde alınması,

6. Sürece müdahil olacak ya da süreci güçleştirecek milliyetçi (Türk) unsurların kontrolü; gerekirse gözaltına alınması, tutuklanması ve sair önlemler,

7. Sürece müdahil olacak askeri karar ve harekât mekanizmalarının etkisizleştirilmesi için, istihbari operasyonlar yapılması,

8. Özerk kürdistan vilayetleri belediyelerinin ekonomik bağımsızlığının taahhüdü,

9. Özerk kürdistan’da AB, AB ülkeleri ve ABD ile temsilcilik bazında diplomasi köprüsünün kurulması için, MİT’deki uzman ekiplerden faydalanılması,..”

(*) (gazeteler+www.ttkturkhaber.com/haber/295/ihanetin-belgesi-degil-midir-bu.html)

Belgeyi yayınlayan gazetelerin bir kısmında, ihanet örgütünün 7.11.1978 tarihinde 3. Ecevit hükümeti tarafından MİT’e kurdurulduğu bilgisi var. Bu bilginin, Ermeni milliyetçisi olmaktan hüküm giymiş bazı Kürtçü (!) aydınlar tarafından sıkça gündeme getirildiği malum olmakla; Yukarıdaki deli saçması sözde ‘mutabakat’ metni bir yana, bu menfur iddia bile aklı başında vatandaşları çileden çıkartacak cinsten. Üstelik şu ana kadar ‘yok öyle değil, tenzih ve tekzip ederiz’ yollu bir açıklama ne yazık ki yapılmamış.. Bu tekzip’in, en kısa sürede ve en yetkili ağından resmen yapılması şart!.. Aksi takdirde fesat ve furya salgın mikrop’a döner.

Dolayısıyla, ortada üç vahim “olmazsa olmaz” mesele var.

Birincisi: İhanet örgütü pkk’nın MİT tarafından kurulduğu şayiası derhal yalanlanmalı veya itiraf edilerek menfur kurucuları hakkında hukuki işlem başlatılarak; Binlerde şehit, faili meçhul ve sair insan, maddi, mali ve manevi kayıpların hesabı mezkür zanlılara sorulmalıdır.

İkincisi: Yukarıda kerhen yer verilen “mutabakat metni” nam Bakırköy sızması, deli saçması münteşir metin, şiddetle ret, tekzip ve inkâr olunmalı, açıklama bizzat MİT başkanı tarafından yapılıp; Oslo katılımcılarınca da onaylanarak; Halka gerçek bilgi verilmelidir.

Üçüncüsü: Türkiye Cumhuriyeti’nin kesinlikle bir Kürt sorununun bulunmadığı; Tüm ana dillerin serbestçe öğretilip-konuşulabileceği; Ancak bunun, “tek resmi dil, tek bayrak, tek başkent ve tek vatan” ilkesini asla risk ve ilzam etmeyeceği; Devlet adına açıklanarak kamu vicdanı müsterih kılınmalı, eşikteki bunalım, tefrika ve gerilim ortadan kaldırılmalıdır.

Elbette: Anarşi, terör-tedhiş, hırsızlık-yolsuzluk, adaletsizlik ve haksızlıkla mücadele ile devlet’in “Düzenleme, Destekleme ve Denetleme” hak, görev, sorumluluk ve yetkisini tam bir eşitlikle uygulayacağı; Hakkaniyet ve adaletten kesinlikle ayrılmayacağı, kuvvetler ayrılığı ilkesine mutlaka riayet edeceğinin teminatını teyit eden bir açıklama yapmalıdır.

Tabii ki: Tam bir tiyatroya dönüşmüş olan ‘yeni (sözde sivil) anayasa” çalışmalarını askıya alıp; Özgürlük, eşitlik, demokrasi kavramlarını açıktan açığa alaya alan bu komediye son vererek; Önce siyasi partiler ve seçim kanunlarının insan hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve demokrasi normlarına uygun olarak imar ve inşasına derhal başlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki: AB tarafından dayatılan, bu kötü komedide saf bir figüran olmayı kabullenmek hainliktir.



ADALET GÜNEŞİ VE HUZUR İKLİMİ İÇİN…

Mustafa Nevruz SINACI

Adalet güneşi, huzur ve hukuk iklimi Osmanlı dâhil; Tarihteki (101 devlet ve 16 cihan imparatorluğundan ibaret) kadim Türk devletlerinin en büyük özelliği ‘nevi şahsına münhasır’ ortak karakteridir. “Medeni Siyaset” bilimi, bu kaynaktan beslenir. Dolayısıyla onurlu, soylu ve medarı iftihar Türk tarihinde ‘nevi şahsına münhasır olmak’ kıskançlıkla korunduğu, hayat bulduğu sürece, Devlet ve millete zeval gelmez. Hüküm ve hikmet sahipleri (hükümetler) asla acizlik, zaaf, atalet ve dumur ile malul olmazlar. Ta ki, iç/dış düşmana borçlanıncaya, sonuçta namertten emir almaya başlanıncaya değin!… Her ne kadar, tüm devletler için, kural aynı olsa da, Türk’ler için bu (Yahudi kurnazlığı iç ve dış borç) tam bir fecaet ve felâket sebebidir.

Tıpkı şimdi ve 1960’dan itibaren olduğu gibi...

Borçlanma ve sözde müttefik güdümü altında ezilmenin bedeli çok pahalıdır.

Bugün Türkiye’nin borçlu olduğu ABD ve AB ülkelerinin tamamı, baş belâsı melânet ve ihanet şebekesinin yardım, yaltakçı, aleni patron ve yatakçısıdır. Üstelik bunların hükümet çevresi, parlamento ve kurumlar içinde sadık hizmetkârları, kartel medyasında sahibinin sesi it, karındaş ve kripto beyinleri vardır. Her hükümet bunu bilir, fakat ses çıkartamaz…

İç borç erbabı da; Cüz-i bir tasarruf kesimi hariç, haraççı, şantajcı ve rantçıdır..

Daha dün “0 Sorun” derken, şimdi (borç yüzünden!..) geldiğimiz yere bakın..

Amerika bizi cepheye sürmeye kalkışıyor. Suriye ile resmen olmasa da, fiilen savaş halinde sayılırız. Hatta savaş devlet katına sıçradı. İllegal de olsa, Kore’deki gibi Amerika adına ön cephedeyiz. Haberlere göre: Suriye’de 49 istihbaratçımız tutuklu. 49 esir verilmiş. Buna mukabil Türkiye’ye sığınmış bir isyancı subayı takas eden, üst düzey MİT görevlisi özel yetkili savcılarımız tarafından sorguya çekilmiş. Bu yüzden mit, akp, Hükümet ve TBMM’nin başı derde girdi. Yıldırım hızıyla “hale mahsus özel yasa düzenlemesi” yapılarak kriz atlatıldı.

Sorun bu şekilde aşılmasa ve süreç devam etseydi; mit yöneticilerinin sorgulanması ve yargılanması; Bazı kişi ve kesimlerin ipliğini pazara çıkartır ve sonuçta Recep Usta bu yüzden eş başkanlıktan olabilirdi. Olmalıydı da... Çünkü, hiç olmazsa ondan sonra Amerikan domuzu karşısında dik durulabilir, TC “nevi şahsına münhasır” bir politika rotasına girebilir; İncirlik ve Malatya rezilliği son bulabilir, belki de çuvalın intikamı bile alınabilirdi!.. Olmadı!...

Sonuçta on yıllık açıklık, şeffaflık, adalet, hukuk ve demokrasi lâfları boş çıktı.

Bunun yerini deli saçması Oslo dedikoduları ve Abdullah Gül’ün Başbakan iken Colin Powell ile yaptığı iddia edilen ipe sapa gelmez gizli antlaşma söylentileri ve çuval fitnesi aldı, ihanet yürüdü tefrika büyüdü. Oysa cümle âlem bilir ki; Değil Ermeni, Yunan, Rum /Romalı, Yahudi, (İsevi & Musevi) zerre miskal insan olan TC vatandaşı dahi bu tür kir, kin ve ihanet paçavralarına belge diye imza atmaz, ekmeğine hain olmaz, asla kabul etmez, onaylamaz…

Anadolu insanı; Adalet güneşinin ışığı ve huzur ikliminin güneşidir.

Asil’i; Namuslu, dürüst ve demokrat olanıdır. Asıl azmaz, bal kokmaz.

YAPILMASI GEREKEN: ONURLULUK VE SOYLULUKTUR!..

Başta Suriye olmak üzere, dünkü hinterlandımızda yaşanan insani, ilmi, siyasi, sosyal ve kültürel sorunları;. Tıpkı Ceddimiz Osmanlı misal “kutsal bir dava uğruna” hayır, himmet ve adaletle, Türk ve İslâm dünyası ile el ele ve istişare ederek halletmeye çalışmalı;. Özellikle, Suriye cenahında evvelâ Türkmen kardeşlerimiz ve kadim tebaamızın emniyet, ırz-namus can ve mal güvenliği, toprak bütünlüğü ile devlet varlığının korunup, kollanması için tüm imkân ve kaynaklar açıkça, dürüstçe ve mertçe seferber edilmelidir. Gâvurla, domuzla birlikte değil!

Vahşi Batı (AB) ve kalleş ABD ile iştirak insanlık ve İslâm’a hakarettir.

Gayrimüslim ile Müslümanların imdadına koşulmaz. Bu alçaklık ve küstahlık olur.

Zira Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin şiarı adil, namuslu, dürüst ve demokrat olmak, adalete muhtaç olanlara rıza-i ilâhi için koşmak; Adaleti çiğneyen güruh, çete devletleri ve sözde devlet adamlarını cezalandırmak; Türk tarihi, talih-kader ve tabiatının olağan ve doğal gereğidir. Aksi takdirde mukadder olan akıbet ve hakikat: “Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.” Hz. Muhammed (S.A.V)



SUİZAN, YALAN, TÖHMET!..

Mustafa Nevruz SINACI

Melânet adının önünde TC üniversitelerinden temin ‘prof. dr’ unvanlı hain bir dönme; Ülkemizde münteşir, Türk’ün verdiği parayla Türk düşmanlığına soyunmuş kancık bir ekran bulmuş kin kusuyor. Yalan, iftira ve iğrenç bir riyakârlıkla nefret tahrikçiliği yapıyor. Hele bir bakınız: Diyarbakır eski hapishane bahçesinde bulunan kafatasları için ne diyor?

“Bu kafatasları büyük bir olasılıkla Ermenilere ait!..”

Ardından akıl almaz yalanlar, iftiralar, kurgulanmış senaryolar..

Kendisi de 24 ayar diyasfora sunucu dört köşe! Üstüne üstlük, iki de bir konu Fransız kalleşliği, küstahlığı ve tarihi kaypaklığına geliyor. Ama böyle değil; Adeta bir soyluluk, asil bir özveri ve kahramanlıkçasına!.. Ney? Fransız meclisi ve senatosunun son halt etmesi.. Ama programda “Ermeniler soykırım yapmış ve 1.658 bin Türk’ü katledilmiştir” denilemiyor!.

İşin aslına ve perde arkasına baktığınızda, hep aynı mesele var..

AB+D vampiri ve şeriklerinin Şark Meselesi, TC’yi bölme ve Türk’ü imha plânı..

Ancak, bir takım aciz hükümetlerin akıl tutulması ile malûl, bilgisizlik, basiretsizlik, yetersizlik, yeteneksizlik ve “Türkçe duruş” zafiyeti yüzünden;. 1.Dünya Savaşı sırasında, Doğu Anadolu cephesinde vaki haklı, doğru ve hayati bir “zorunlu göçün” haksız faturası ile menfur ve müfteri mirasını yüklenmek durumunda bırakılarak, neredeyse bütün dünyada "soykırım suçlusu bir millet" konumuna getirildik. 90 yıldır bitmek tükenmek bilmeyen bir yalan ve iftira kampanyası sonucu birçok çete devleti (İsveç, Uruguay, Kıbrıs Rum Kesimi, Arjantin, Rusya, Kanada, Lübnan, Yunanistan, Belçika, İtalya, Fransa, Slovakya, Litvanya, Hollanda, Polonya, Almanya, Venezuela ve Şili ile abd’de 42 eyalet) meclisinde Türkiye aleyhine "ermeni soykırımını" kabul eden kararlar alındı. Şimdi de, bütün bunların üstüne tüy dikercesine, Fransız meclis ve senatosu tarafından akıllara ziyan bir yasa çıkartılarak "Ermeni soykırımı olmamıştır" demek hapisle tazyiki gereken suç kapsamına alınmaya kalkışıldı.

Malum, Sarkozy onayladı, şimdi (sözde) anayasa mahkemesi kararı beklemekte!...

Şurası mutlak bir ilim, düstur ve hakikattir ki; Bağımsız bir ülkenin onurlu davranış biçimi mütekabiliyet ve adalet ilkesi olup; hayırlara bire bir, şerre misliyle karşılık vermek esastır. Bu nedenle meclisten beklentimiz, Fransız parlamentosunun saldırısına en azından aynı şekilde karşılık vererek milli tepkimizi ortaya koymaktı.

Görünen o ki, olmadı!.. Olması da pek mümkün görünmüyor..

Yeni ve sözde sivil Anayasa’yı, “hukukun üstünlüğü, eşitlik, insan hakları, adalet ve demokrasi için istediği” iddiasında olan; Lâkin uyguladığı haksız, hukuksuz, adaletsiz ve pek tavizkâr politikalarla, anarşist, terörist, bölücü ve kaçakçılara cesaret veren hükümetin, her şeye rağmen: (Zaman gazetesini haberine göre) e-pasaport çipleri ihalesini 'güvensiz' Fransız şirketine vermesi ve doğalgaz nakil hatlarında % 15 Fransız ortaklığının onayı tam rezilliktir. Ancak bu, tam açıklığa kavuşmadı. Doğruysa fail ve menfur mes’ulleri kahrolsun.

Dahası var: “Kaçakçı Ailesine ’123 bin’ ŞEHİT Ailesine ’63 bin”!...

Bu da bir onursuzluk, hukuksuzluk, ahlâksızlık, aymazlık ve yolsuzluktur.

Bu haksızlık kamu vicdanını derinden yaralamış ve terörle mücadele; eşkıyaya yardım ve yataklık yapan, siyasi, maddi ve lojistik destek veren insanlık düşmanı vampirleri önleme, caydırma ve cezalandırma konusunda ümit bağlanan akp’yi şaibe, kaygı ve kuşku bataklığına itmiştir. Tam bir utanmazlık, karaktersizlik ve şerefsizlikle “terör örgütü devlete galip gelmiş ve TC terör örgütüne yenik düşmüştür” biçimi, tiksinç dezenformasyonların resmi lisanslı TV ekranlarından yapılmasına ses çıkartmayan akp….

Bu tarafgir, bir ihtimal duygusal yahu da iyi araştırılmadan verilmiş subjektif kararın acilen tashihi, muhatap şehit ailelerinden derhal özür dilenmesi, gönüllerinin alınması ve bilhassa: Yasa dışı kaçakçı aile, yakınlarına ödenen devlet parasının eşkıya eline geçmemesi için her türlü tedbirin alınması zorunludur. Aksi takdirde bu yönetim; anarşist-terör ve tedhişe yardım ve yataklık etmiş olmak gibi bir şaibe-zan ve töhmet altına girmiş olacaktır. Buna seyirci kalan “muhalefet nam” ne iş yaptığı ve vatandaş adına ne işe yaradığı meçhul halk dalkavukları da bu suizan, partizanlık ve şaibe altında ezileceklerdir.

MÜTHİŞ BİR AYIP VE ŞAİBE!..

Mustafa Nevruz SINACI

Kaçakçı ailesine ’123 bin’ ŞEHİT Ailesine ’63 bin olayının ülkede yarattığı infial, şok derecesinde, çok yönlü, çok taraflı... Harp Malulü Gaziler, Şehit Aileleri, Dul ve Yetimleri ile bunların yakınları dâhil, aklı başında tüm vatandaşlar akp tarafından rencide edilmiş olmaktan dolayı üzgün, mustarip ve mutazarrır. Zira burada, tam bir insan hakları, adalet-hukuk gaspı, ihlâli var. Hattâ ihlâlden de öte bir, adalet ilkesi ve hukuka meydan okuma durumu!...

24 asker için ödenmedi:

Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Kayseri Şubesi Başkanı Ali Yavuz feryâd ediyor: “Şehit ve gazi vatan evlâtlarının aileleri, yakınları veya kendilerine ödenmesi gereken tazminatlar ödenmezken, uygulamayla yasa hukuk ve ahlâk dışı kaçakçılık meşrulaştırılıyor. Hem de kanuna göre ‘taammüden suçlu’ ailelerini adeta ödüllendirilircesine tazminat ödeniyor;. Kaçakçının, terör örgütü yandaşının kanı, şehidin, gazinin kanından daha mı değerli? Bu nasıl bir vicdandır”?!.. Bu feryât, şu ana kadar bir cevap bulmadı, ne yazık!..

Hangi vicdana sığar?

Sivas Şehit Aileleri ve Gazileri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Mustafa Hızal:: “Ölenlere kahraman edasıyla tazminat ödenecek olması bizi derinden üzdü” “Başbakanımıza soruyorum; Bu vatanın bölünmez bütünlüğü için canlarını severek fedâ eden aziz şehitlerimizin ailelerine 50 bin lira tazminat vereceksin, yaralanan kahraman gazilerimize de 18 bin ile 45 bin lira arasında tazminat vereceksin.!.. Sonra da çıkıp bu ülkede kaçakçılığın suç olduğunu bilen ve vergi kaçıran, devletin her türlü güvencesinden faydalanan bu kişilere tazminat vereceksin. Bu hangi vicdana sığar?”

Sahi, meşru hükümet tarafından yönetilen demokratik hukuk devleti’nde kaçakçılık gibi; İnsanlık, hukuk ve ahlâk dışı bir organize faaliyet nasıl mümkün olabilir?.. Bir ülkede kaçakçılık, kayıt, yasa ve hukuk dışılık yapılabilmesi için; Ya hükümetlerin bunlarla iştirak halinde yahut takipsizlik ve denetimsizlikle malul olması gerekir. Acaba hangisi?

“Başbakan kaçakçıları ödüllendiriyor”

İstanbul Şehit Aileleri Dayanışma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Genel Başkanı Şencan Bayramoğlu ise olayı; “suçun ödüllendirilmesi” olarak değerlendirdiklerini belirterek, “Şu anda nasıl ki terörle mücadele edenler Silivri’de ‘terörist’iddiasıyla tutuklu’ bulunuyorsa, teröristlerin de kahraman ilan edilmeleri gerekiyordu. Başbakan kaçakçıları ödüllendirmekle bunu ispatlamış oldu. Kaçakçılık bir suçtur ve cezalandırılması gerekir. Ayrıca biz onların kaçakçı olduklarını bilmiyoruz. Katırlarındaki yükün ne olduğunu biz görmedik” devamla:

“Korkarım ki yakında çocuklarımız ’niye terörist öldürdü’ diye bizim maaşlarımızı da keserler. Başka atacakları adım kalmadı çünkü. Başbakan, kaçakçıların istihbaratını abd’den mi, İsrail’den mi aldığını açıklamıyor. ’Vur’ emri yetkisi kendisinde olduğuna göre bu şekilde kendi suçunu örtbas etmek istiyor. Devletin parasıyla onları ödüllendiriyor. Vatan toprakları üzerinde bölücü terörle mücadele amansız bir şekilde devam ederken, her türlü dış tehdit ve tehlike varlığını sürdürürken böylesine anlaşılması güç ve hiç bir geçerli temele dayanmayan kararların altına imza atanları yüce Türk kamuoyunun vicdanına havale ediyoruz.”

Çok Önemli İki hatırlatma:

1. Pakistan Senatosu Dışişleri Komisyonu, Ermeniler tarafından 1992 yılında gerçekleştirilen ''Hocalı soykırımı''nı tanıma kararı aldı. Kabul edilen kararda Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sini işgal eden Ermeni ordusunun bölgeyi boşaltması gerektiği vurgulanarak, Ermenistan’a BM'in daha önce kabul ettiği kararlara uyması yönünde çağrıda bulunuldu. Pakistan Senatosu Dışişleri Komisyonu tarafından kabul edilen kararın bir benzeri daha önce Meksika Meclisi tarafından da kabul edilmişti. Ya Türkiye?. (02 Şubat 2012 – AA)

2. İstiklâl Savaşı Kahramanlarımızdan Rahmetli Emekli Orgeneral ve Genelkurmay Başkanlarımızdan Kâzım Orbay, kansere yakalanmıştı. Evini öğrencilere kiralayıp, asker postalı giyerek yaşamını sürdürüyordu. Millet Meclisi bu kahramanımıza "hizmeti vataniye tertibinden" ayda 500 lira; idamdan dönen Celâl Bayar’a da "hıyaneti vataniye tertibinden" 3 bin 500 lira aylık bağlamıştı. Gelenek bozulsun mu?! (Alb. Osman Türkoğuz)

ADALETE İHANETİN BU TÜRLÜSÜ

Mustafa Nevruz SINACI

Unutmadık!.. Kaçakçı Ailesine ‘123 bin’ ŞEHİT Ailesine ‘63 bin’!..?..

AKP’nin Uludere’de ölenlerin ailelerine tazminat öderken, neden 2 şehidi 1 kaçakçıya denk gördüğünü anlamak ya da, onaylamak mümkün değil!.. Hükümet, Uludere’de ölen 34 kaçakçının ailelerine 123’er bin TL tazminat ödeme kararı aldı. Oysa Şehit ailelerine ödenen para 2 bin liralık ilk destek yardımıyla 63 bin lira! Mehmetçik Vakfı’nın yardımıyla rakam 95 bine bile ulaşmıyor. Bu çifte standart, sapkın mantık, apaçık haksızlık, hukuksuzluk ve vatana ihanete eş şaibe karşısında Şehit aileleri haklı olarak şaşkın, kırgın, kızgın ve üzgün…

Haklı, doğru ve yerinde tepkiler:

Türkiye Harp Malulü Gaziler Derneği: “Bir kaçakçının, bir mafya yandaşının kanı; bir şehidin, bir gazinin kanından daha mı değerli? Bu nasıl bir vicdan? Fiilen suçlu ve kanunen zanlı durumundaki kaçakçılara; 123’er bin lira ödeneceği Başbakan RTE tarafından açıklandı. Bu paranın 100 bin lirası tazminat, 23 bin lirası da “Terörle Mücadele Kanunu” hesabından… Buna mukabil terörle mücadelede şehit düşen Mehmetçik ailelerine yapılan tazminat ödemesi Uludere’de ölenlerin yakınlarına ödenecek paranın yarısı kadar…”

Evet, Devlet, şehit ailelerine yapılan 2 bin liralık ilk destek yardımıyla birlikte toplam 63 bin liralık tazminat ödüyor. Yani yasa dışı kaçakçılara yapılan yardımların toplamı 123 bin liranın yarısı. Resmi rakamlara göre şehit ailelerine devlet; toplam 63 bin 237 lira tazminatı, şu kalemler altında veriyor: İlk destek: 2 bin; Tazminat: 61 bin 237; Toplam: 63 bin 237 TL; Bunun dışında, Mehmetçik Vakfı da şehit ailesine 31 bin 700 lira dolayında bir yardım yapar. Nihai toplam: 94 bin 937 lira. Vakıf ayrıca, yaşam sigortası olan şehit personelin ailesine 22 bin 500 liralık bir yardım daha verir. Bu, sigorta primi ödeyen personelin ailesiyle sınırlıdır.

Akp grup toplantısında RTE, Uludere’de kaybedilenlerin ailelerine yönelik terör tazminatı ödeme sürecini hızlandırdıklarını açıklamış ve “Uludere de yakınlarını kaybeden kardeşlerimizin yaralarını sarmak, acılarını bir nebze olsun dindirmek üzere terör tazminatı ödemesini hızlandırdık. Kaybedilen her bir kardeşimiz için yasal 23 bin 150 lirayı ilgi Valilik emrine gönderdik. Ek olarak ‘Başbakanlık hesaplarından’ kaybedilen her kişi için 100 bin lira Valilik emrine tahsis ettik. Yani şu an itibariyle her aileye 123 bin TL ödüyoruz” demişti.

Kişi’ye sorarlar: Yasadışı kaçakçının kanı şehidin kanından daha mı değerli?

Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı, şehit babası Hamit Köse: “Elbette biz karıncanın dahi incinmesini istemeyiz. Ancak Uludere’de kaybedilenler sınırı izinsiz geçerek kaçakçılık yapıyor ve yasalarımıza göre taammüden ağır suç işliyorlar. Buna rağmen tazminat ödeniyor. Dahası çok iyi biliyorum ki, o bölgede bir yerleşim veya ticaret yaparak mal getirip götürecek ikamet alanı yok. Yine, mezkür kişilerin o kadar içeriye gidip, kaçakçılık adına terör ve tedhiş örgütünün silahlarını katırlarla taşıyıp yurtiçine sokup sokmadıkları henüz kesinleşmedi. Yine eşkıya kamplarına yiyecek ve erzak götürüp götürmedikleri de belli değil!..

Bunları alt alta koyduğumuzda ortaya çıkan sonuç şu:

Başbakan bu saydığım suçlardan dolayı halkı teşvik ediyor. Fakat bizi esas üzen şu:

Türk askeri rapor almayıp; Vatanı, Bayrağı korumak, ülkemizin birlik ve bütünlüğünü korumak için elleri kınalanıp, devlete teslim ediliyor. İllâ terörle mücadele şart değil; Diyelim ki bir şekilde ölüm veya sakatlanma gerçekleşiyor. Devlet kimine trafik kazası, kimine eğitim zayiatı, kimisine çığ altında kalma, kimine arkadaş kurşunu deyip, hakikatte şehit veya görev malûl-u ailelerine yardım yapmıyor, vatandaşları mahkeme kapılarında süründürüyor.”

Âyine’si iştir kişinin, lâfa bakılmaz…

Böylece: Sözde yeni ve ‘sivil’ anayasayı hak-hukuk, eşitlik, adalet, demokrasi ve halk adına talep ettiğini iddia eden; Fakat insan hakları, adalet ve hukuk karşıtı, aykırı politikalarla, suçluları ödüllendirmeyi alışkanlık edinen zihniyet, hükümet ve dayandığı siyasi mahfil kamu vicdanını rahatsız, mutazarrır ve rencide etmektedir.

Oysa hüküm hikmet ve tezahürü adalet olmakla, bu tasarrufta adalet yoktur.

Bu büyük bir ayıp, korkunç bir şaibe ve AKP’nin yüzkarasıdır…



ÖRNEK BİR KARAR VE AÇIK KUTLAMA

Mustafa Nevruz SINACI

Aziz, asil, necip ve soylu Türk milleti; Özgürlük ve barış, adalet ve hukukun üstünlüğü ile milli onur, kadim kültür, beka ve bağımsızlığından sorumlu; İtimat ettiği ve ümit bağladığı TBMM’nde görevli parlamenterlerinden yana müşteki, mutazarrır, vicdanen davacı, rahatsız, atama yeminlerine sadakatlerinden pek endişeli ve huzursuzdur!..

Onlar ki, hâkim ve hükümran devletimiz, kadim adalet ahlâkı, yüksek fazileti ile tarihe şeref ve şân katmış milletimiz ile milli davalarımızı bir Macaristan, Pakistan veya sath-ı vatan da Başkent Üniversitesi kadar dahi temsil edememekte… Adil, mert, cesur ve mukabil Türkçe duruş sergilemekten aciz kalmakta, devlete yönelen terör, tehdit ve tehlikeler karşısında dahi azimli, onurlu, sorumlu, dirayetli, isabetli ve kararlı bir duruşla asli, ahlâki, hukuki ve zorunlu görevlerini yapamamaktadırlar!.. Yazıklar olsun.

Oysa buna mukabil “TC Başkent Üniversitesi Senatosu” 29 Aralık 2011’de Fransız Meclisinde vaki gelişmelere karşı “kamu âleme örnek olacak nitelik, nicelik ve değerde bir karar” almış olup;. Bu kararı, başta Türkiye parlâmenterleri, bütün yargı, yasama ve yürütme erklerine; “namuslu, dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu sivil toplum kuruluşlarına” emsal teşkil etmesi, örnek alınması ve mütemmiminin hayata geçirilmesi temennisi ile ilân ediyorum:

İşte, sözde değil, özde tepki ve milli davaları temsil/ilzam böyle olur...

BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ’NİN TARİHİ KARARI

“Başkent Üniversitesi Senatosunun olağanüstü toplantısında aldığı karar, Fransız Meclisindeki son gelişmeler ışığında; kamuoyunun takdirlerine saygıyla sunulur.

SANA DA GÜLE GÜLE FRANSA!

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine bağlılığını dünya görüşü olarak benimseyen biz Cumhuriyet kuşaklarına, sözde Ermeni soykırımı yala ve safsatasıyla bedel ödetmeyi körü körüne dayatan, Ermeni fanatiklerin esiri Fransız parlamentosunun çirkin oyununu şiddetle kınar;, Fransız Parlamentosu’nun, bir kan gütme davası olan Ermeni Soykırımı Tasarısı’nı onaylamasını, başlayan yüzyılın en vahim hatalarından sayar;, Üstelik, henüz alnında kanlı lekesi duran Cezayir Soykırımı ve tarihinde daha birçok irin, kin ve katliam varken, bu parlamentonun yaklaşık yüz yıl önceki sorunları güncelleştirmesi, bunun arkasında gündelik, basit çıkarların varlığı, kararı şimdiden tarihi bir yanılgı belgesine dönüştürmüştür. İki ulus arasındaki bir davada taraf olanların, dahası davayı güdenlerin, acımasız soykırımcılardan biri olan Fransa olması, tarihin bir ibret, kin, nefret ve dehşet sayfası olarak yazılacak ve anılacaktır.

Yirminci yüzyılı, halkların kanıyla sulayanlar, Cezayir’de, Çad’ da, Somali’de ve tüm sömürgelerinde, dün Kosova ve Bosna’da, bugün Ortadoğu ve Çeçenistan ’da soykırımlara arka çıkanlar;, Yakın geçmişte Asala terörüne, ardından 30 bin yurttaşımızın ölümüne neden olan teröristlere destek olup yardım ve yataklık yapanlar, halklar arasındaki davada değil taraf olmak, söz hakkına bile sahip olamazlar. Eğer bir hesap sorulacaksa, Birinci Dünya Savaşı’nı başlatıp dünyayı ele geçirmek için halkları birbirine kırdıran, söz konusu intikam, cinayet ve katliamların faili emperyalistlerden; Savaş mağduru Türkler ve Ermeniler hesap sormalıdır.

Üniversitemiz, tarihi gerçekleri saptırıp çarpıtarak dünyayı yanıltmaya çalışan Fransız Parlamentosunun kararına karşı şu uygulamaları kararlaştırmıştır:

Üniversitemiz; Bünyesindeki Orta Öğretim ve Yüksek Öğretim kurumlarında Fransızca derslerini kaldırmıştır.

Üniversitemiz Fransa’da düzenlenecek hiçbir bilimsel toplantıya katılmamakta, kendisinin düzenleyeceği bilimsel toplantılara Fransa’dan katılımcı çağırmamaktadır. Fransa’da ve resmi dili Fransızca olan ülkelerde görevli Üniversitemiz çalışanları hemen Türkiye’ye çağrılmış ve dönmüşlerdir. Fransa’nın ürettiği hiçbir ürün satın alınmamakta, Fransa ile hiçbir ticari ilişki kurulmamaktadır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Başkent Üniversitesi Senatosu”

Bu gerçek bir Türk’çe ve İnsanca duruştur.

Tebrik ederim ve saygılarımla kutlarım…

TERÖR-TEDHİŞ MUTFAĞI VE LOZAN‏

Mustafa Nevruz SINACI

Türk düşmanı dâhili ve harici bedhahların kirli işlerini gördürmek, ezel-ebet haset edip hasım belledikleri asil antiemperyalist TC’ni akamete uğratmak ve nihayet; Satılık kirli beden ve beyinleri kullanmak amacıyla kurdurdukları organize suç örgütü; Sahibi batılı vampirlerin eşgüdümünde, (daha düne kadar) ülkemizden kopardıkları küçük lokmalarla yetiniyordu..

Rantiyelerini “Kürt Sorunu” kisvesiyle maskelemeyi başarmaları üzerine, gördükleri uluslararası destek sayesinde, nispi de olsa kesintisiz adımlarla ilerlemeye başlamışlardı. Bu süreçte, iğfal edilmiş beyinler, maşa ve kuklalar ile her milletten maceraperest lejyonerlerden müteşekkil lâğım fareleri, vahşi batının (AB) diplomasi, pis işler ve istihbarat merkezlerinde hazırlanan programlar dâhilinde koordine ve işbirliği içinde gelişme kaydediyorlardı...

Bu uyum ve ilerlemenin temelinde, menfur eşkıyanın yurt içinde uygulamaya koyduğu her faaliyetin, batıda yapılan ön hazırlıkları yatmaktadır. Özellikle son dönemlerde, en yetkili resmi ağızlarca, itiraf ve pek çok somutla ispat edildiği üzere; Başta, daha Lozan’ı tanımamış olmak gibi bir alçaklık ve küstahlığın zanlısı ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa, Yunanistan, Macaristan hariç bütün AB ülkeleri ile Ermenistan maddi-manevi himaye ve lojistik destekleri ile (mezkür örgüt nezdinde) topyekun Türkiye aleyhine seferber olmuş bulunmaktadırlar..

Türkiye’de mukim kriptolarca silâhlı kuvvetlerin baş edemeyeceği değerlendirilen bu anarşist, faşist ve terörist çıkışın “mutfak çalışması”; Aslında daha önce batıda yapılmış bir projenin yurt içindeki uzantı ve uygulaması olup; Tatbikatta ilk adım, malum menfur örgütün 3. Bülent Ecevit hükümeti eliyle dönme-devşirme memurin’e (7 Kasım 1978) kurdurulması ile başlatılmıştır. Meselâ iki binli yılların başında fırtınalar koparan eşkıyanın, Kürtçe isim ve yer adlarının kullanılması taleplerinin zemini de batıda hazırlanmıştır.

Anadilde eğitim, özerklik ve günümüzde dile getirilen ayrılıkçı taleplerin gerekçeleri, batının doğu araştırmaları, AB Üniversiteleri ve Kürt enstitülerinde belirlendi. Ondan sonradır ki, içeri havale edildi ve “em zımanê xwe dıxwazin-dilimizi istiyoruz” kampanyaları başladı. Akabinde, “bu anayasa ile asla, 1982 faşist ve antidemokratiktir” teraneleri ve ağababaları AB domuzlarının dayatması ile “yeni ve sivil anayasa” teraneleri yükselmeye başladı.

Yeni ve sözde sivil Anayasa’dan maksat 1961’de açılıp, 1982’de “milli devlete” dönüş ile tekrar kapanan “bölme ve parçalama” yolunu açmak. AB’ye katılım süreci bile bu amaca hizmet edecek biçimde hazırlanıp ("Presidency Conclusions", Md: 23. "..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... Müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına...; Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi'nin "Türkiye" başlıklı bölümünden…) biçiminde düzenlendi…

Aynı şekilde Alevilerin geçmişi, günlük hayatları, inançları ve devletle ilişkileri didik didik edildi. Dernekler kurduruldu. Kıvam tutunca yurt içinde Dersim Soykırımı yalanı ortaya atıldı. AK ve AP dönemsel Türkiye raporlarında, Lozan’da attıkları imzaları bir kenara ittiler ve Fener patriği ekümenik, Kürtler azınlık sayıldı. Ayrı millet olma özelliklerini bünyesinde toplayan anadilin anayasa ya girmesi halinde, Kürt azınlık süreci hukuken başlayacak; Asuri, Pontus, Laz, Çerkes yalanlarına da hukuk temeli oluşacaktır. Ermeniler, dünyanın büyük bir bölümüne yalan ve iftiralarını kabul ettirmiş bulunuyorlar. Diğerleri de bu yolu izleyecektir.

Tehdidi görüp, harekete geçilmezse yakın bir gelecekte ülke ve devletini seven Türk, Kürt, Zaza, Laz, Çerkes, Asurî başını eğip, esaret hayatı yaşayacaktır.. Ermeni yaftalı Etnik -terörist (sözde) Kürtçü hareket; Hükümetin acz ve müsamahası sayesinde uluslararası hukukta kendine azınlık yeri açmaya çalışıyor. Bu konudaki delice hayallerini Sudan, Ömer el Beşir ve Ruanda yargılanmaları, AİHM, Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Uluslararası Adalet Divanı, (Russell Mahkemeleri), BM anayasası ve sözde Kürt soykırımı süslüyor. Ne var ki; Paris’te, San Remo’da şeklen elde ettikleri azınlık statüsünü tekrar kazanmalarının önünde sadece Lozan engeli bulunuyor.



“Hepimiz Ermeniyiz” Feryadı ve Dink Furyası

Mustafa Nevruz SINACI

“Dinkçilere soruyorum!” Katılın veya katılmayın, sokaktaki vatandaş bakın ne diyor: “İnsan olarak Hrant Dink'in öldürülmesine karşıyım. Ama Dink’in arkasından gözyaşı döken ve “hepimiz Ermeni’yiz” diyenlere aklımdan hiç çıkmayan şu soruları yöneltmek isitiyorum:

1. Dink’in; “Türk’ten boşalacak (akacak) o zehirli kan’ın yerini dolduracak temiz kan Ermeni’nin Ermenistan ile kuracağı asil damarında mevcuttur…” dediğini;

2. Katıldığı televizyon programlarında “1915 tehciri soykırımdır” diyerek, Türkleri soykırımcılıkla suçladığını bilmiyor musunuz? Biliyorsanız, ne çabuk unuttunuz? “Hepimiz Ermeni’yiz” diyenler, ASALA diplomatlarımızı alçakça, haince, kalleşçe katlederken ayni tepkiyi gösterdiler mi? Hayır!.. Asla göstermediler.

Öyleyse, bu çifte standart neden?,

İkiyüzlülük ve “vatana ihanet derecesine varan” fanatik tarafgirlik neden?”.

ESKİ HİKÂLER VE DOĞUM LEKESİ!..‏

Aslında Dink üzerinden yürütülen tartışmaların bir anlamı, bir değeri yok. Tarafgirler Hrant Dink'e birazcık saygı duyuyorlarsa, haklı ve hukuki ‘Ermeni Tehciri’ sonucu Türkiye'de müthiş ölçekte zenginliklere el koyup, büyük hanedan oligarşilerine dönüşen, gerek toprak ve gerekse finansta, doğuştan tekelci bir gücü elde eden kapitalist ailelere baksınlar.

Bir yanda Topyekün bütün millet katillikle suçlanırken, herhalde çok yoğun bir delil araştırması yapmak lâzım. Elbette bu anlamda dedelerimizin hepsini tenzih ediyorum ve bunu zaten kabullenmiyorum. Eğer, ‘Ermeni tehciri’ ve sonrasında yaşanan mukatelelerde, sorumlu arıyorlarsa kapitalist hanedanları büyüteç altına koysunlar.

Ciddi, objektif ve tarafsız bir araştırma yapıldığında açıkça görülecektir ki; Patronlar kulübü TÜSİAD'ın en önemli ve ileri gelen isimleri Ermeni çiftliklerine, Ermeni topraklarına, Ermeni servetlerine el koyarak bu duruma gelmişlerdir.

İşte, şimdi ülkeyi haraca, mezata çıkaranlar da bunlar.

Bu yapıyı iyi analiz etmek lâzım… Belli basitleştirmeler içerisinde "bu bir tarih görevidir, bunu tarihçiler yapsın" demekle olmaz. Tarih en zehirli ve en ideolojik bilimdir. Hangi tarihçiler neyi yapacaklar, neyi tartışacaklar? Ki bunlar politik meseleler. Politik olduğu ölçüde de sınıfsal meselelerdir. “Ermeni Tehciri” meselesini niye tarihçilere bırakacağız? Çünkü bu meselenin dediğim gibi başka yönleri de var. Bu meselenin, Türkiye kapitalizminin semirmesiyle, görülmedik ölçüde tekelci bir güç olarak daha başlangıçta doğumuyla, gelişmesiyle ilgili yanları var. Bu noktada tutup da koskoca bir halkı siz nasıl suçlarsınız? Bu kadar basit mi? Buradaki düzeneğin başka yönlerinin iyi araştırılması lâzım...

Emperyalist güçlerin bu olaylardaki rolünün iyi incelenmesi lâzım...

Bu böyle kendiliğinden gelişen bir trajedi değildir. Bu mesele, 19. yy itibaren gelişen kapitalist birikim süreciyle yakından alakalıdır. Sömürgecilikle, emperyalizmin yerleşme, insansızlaştırma ve yok etme süreçleriyle yakından alakalı bir meseledir. Dolayısıyla, burada Hrant Dink üzerinden tartışma yapılacaksa, işin bu boyutlarına girmenin herhalde en azından belki bir saygı borcu olduğu da söylenebilir. Hrant Dink'in aklına bunların ne ölçüde geldiğini ya da gelmediğini bilemem. Hrant Dink’in Yazılarını takip etmedim. Ama işin bu boyutu da çok önemlidir. “Ermeni Tehciri”, Türkiye kapitalizminin "doğum lekesi"dir. Türkiye kapitalizminin “doğum lekesi”, nedense Türkiye kapitalizminin en büyük servetlerine sahip olan sermaye gruplarının televizyonlarında tartışılmadı. Hiç biri cüret edip de, bunu sormadı. Ne ilginçtir ki, bu büyük televizyon gruplarının başında bulunan isimler de, “Ermeni Tehciri”nin en yoğun yaşandığı bölgelerden gelen insanlardır. Türkiye kapitalizminin “doğum lekesi” tartışılmadan, bu meseleyi ancak üzerini örtmek için ele almış olurlar.

Tekrar başa dönersek; bir "derin sistem" var ve o derin sistem meselelerin çok açık ve uyarıcı bir biçimde tartışılmasını istemiyor.

Onun dışında kalanlar da, zaten işin polisiye yönleridir...



İNKÂR’A REDDİYE VE TBMM

Mustafa Nevruz SINACI

Fransa Meclisi’nden geçirilen “Soykırımın İnkârının Reddine Dair Yasa Tasarısı”nın, büyük bir ihtimalle 23 -24 Ocak tarihlerinde Senato gündemine getirilmesi bekleniyor.

Fransa, yangından mal kaçırma; Sarkozy, Donkişotluk ve seçim telâşında...

Yanı sıra, geçen hafta Bulgaristan’da prova edildiği biçimde menfur yasanın bütün AB ülke Meclislerinde kabul ettirilerek, nihayette bir “AB Parlâmentosu kararı”na dönüştürülmek istendiği apaçık ortada… Gerçi, Hocalı Soykırımı’nı parlâmento gündemine taşıyan Türk Hun devleti Macaristan olmak üzere; Halihazır AB üyesi 27 ülkenin bu furya kapsamında gaflet ve dalâlete düşmesi pek de mümkün görülmemektedir.

Ancak, Dışişlerinin bu süreçte çok akil, uyanık, ilkeli, onurlu ve sorumlu olması şart...

Hakeza AB müktesebat müzakerelerinin de askıya alınmasında zaruret vardır.

Zira Türk Milleti adına, özgürce ifa ve icra edilecek ilkeli, onurlu ve sorumlu bir dış politika; Bilumum düşmanlıklar ve her türlü misillemeye karşı ‘mukabele-i bil misil (misliyle karşılık vermeyi) zorunlu kılar. Hükümranlık hakkı ve milli meşruiyetin olmazsa olmaz şartı budur. Aksi takdirde özgür, hâkim ve hükümran bir dış politikadan bahsedilemez... Şahsiyetli, haysiyetli, onurlu ve sorumlu, meşru bir dış işleri bakanından ise asla!...

Bilinen ve belli olan, binlerce yıllık Türk dış politikasının icabı ve şiarı budur.

Şu hale nazaran; Cari “mülkiyette mütekabiliyet” esasının kaldırılması için uğraşan ihanet şebekelerinin menfur uzantıları “tedip ve terbiye edilerek” TBMM ve Türkiye Millet Vekillerine;, Mukabele-i bil misil istikametinde çok hızlı, doğru, isabetli, istikrarlı ve kararlı hareket etmek; Dönem itibarıyla şartların, tarih, tabiat ve kader’in yüklediği görevi, hakkıyla ve lâyıkıyla yapmak düşer... Bundan kaçmak veya kaçınmak, şüphe ve şaibe nedenidir.

Düşmanın açık tehdit, adalet, hak ve hukuku tahdit, yalan-dolan ve menfur iftiralara istinaden misillemesine, misliyle karşılık vermemek; Ya düşmandan yana olmak veya özgür irade yoksunluğu, yahut koza, kripto, alçak, sünepe, dalkavuk ve korkaklık anlamına gelir..

İşte buna çok dikkat edilmeli; Bütün Türk âleminin geleceğini karartmaya ve istikbali ipotek altına almaya yönelik Ermeni-Fransız kalkışması, kalleş, âdi, ahlâksız, küstah tehdidin, aleni saldırı, düşmanlık, kahpelik ve kancıklığın def-i ve diğerlerine gözdağı verebilmek için; Mutlaka mukabele-i bil misil yapılmalıdır.

HEDEF KİTLE VE STRATEJİ NE OLMALI?.. MESELÂ!..

ABD’nin Kızılderili Soydaşlarımıza ve İngiltere Krallığının 1788 -1938 tarihleri arasında Avustralya`da yerleşik Aborjinlere karşı sistematik olarak uyguladıkları soykırım;

Almanların 1891 Güney Batı Afrika (Namibya) Herero ve Nama katliamları;

İkinci Dünya Savaşı bitimi Rus Ordusunun önünden kaçan 250 bin Alman mültecinin, Danimarka`da, “tel örgülerle çevrili toplama kamplarında” jenoside edilmelerini;

Almanların, 1933-45 yılları arasında mükemmel Alman ırkını yaratmak hedefiyle 21 milyon insanı kurşuna dizerek, yakarak, gaz odalarında zehirleyerek uyguladıkları soykırımı;

Dresden’e sığınan Alman göçmenlere, 3 gün süreyle havadan 3 bin 900 ton tahrip gücü yüksek bomba ve 200 bin napalm bombası atılarak yapılan soykırımı;

1700 yılından itibaren Avrupa ülkeleri ve Çarlık Rusya’sı tarafından, 200 yıl süreyle ve sistematik olarak uygulanan zorunlu tehcir; 1909–1915 arası Anadolu’da alçakça, kahpece, haince uygulanan Ermeni soykırımı, vahşet ve katliamı sonucu “Bir Milyon 650 Bin” Türk ve Müslüman’ın yok edilmesini; Hiroşima, Nagazaki ve Fransızların Cezayir katliamlarını;

İngiliz ve Rum-Yunan’ların 1912 -1974 döneminde Kıbrıs Adası ENOSİS ve EOKA tehcir, katliam ve sistematik soykırımlarını; Nihayet, Postmodern insanlık suçu ve soykırım diyebileceğimiz Srebrenica, Hocalı +abd ve ortaklarınca işgal edilen Irak`ın Felluce kentinde 1 milyon 500 Türk’ün sokaklarda vurulup çürümeye terk edilmesini; Dahası Irak’ta 1.600.000 katliam ve kadınların % 75’ine tecavüzle uygulanan vahşet, insanlık suçu ve soykırım’lardan “her hangi birisi veya tamamı” yasal olarak kabul, tescil ve ilân edilmelidir!..





REZİLLİK VE KÜSTAHLIK

Mustafa Nevruz SINACI

Prof. Dr İsa Kayacan, “Türkiye’de, Millet-vekil’leri her bakımdan hep asıl’larının önünde yer almışlardır. (!)” İsim ve konulu makalesinde; İlmi, resmi ve kurumsal kaynakları esas alarak “millet vekil’liği” kavramının öz’ünü ve özne’sini açıkladı. Buna göre: “Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde Vekil: “Birinin işini görmesi için, yerine bıraktığı veya yetki verdiği kimse”, olarak açıklanırken; Milletvekili: “Anayasaya göre, millet meclisine seçimle giren millet temsilcisi, mebus, parlâmenter, vekil..,” olarak ifade edildiğini” yazıyor.

Toplumbilimci Prof. Dr. Özer Ozankaya (Aşırı yüksek ödenekler, millet vekil’liğini arpalığa, semirme yerine döndürür! Ticarete dönüşen kitle yayıncılığı, demokrasiyi savunmak yerine yıkmak için kullanılabilir!) ile Prof. Dr. Nurullah Aydın (Milletvekili nedir?, ve ne iş yapar?)’ın özgün makalelerinde konu; tarihi, tabii, ontolojik, sosyolojik ve mukayeseli siyaset bilimi yönünden incelenmiş ve irdelemiş...

MESELE NEDİR?..

En başta; İnsan hakları, adalet, hukuk, Rönesans ve hümanizm gibi ulvi kavramların, yıllardır pişkinlik, utanmazlık, aymazlık ve menfur bir yalancılık derecesinde atıf, ithaf ve ilzam edildiği, Fransız halk meclisinde; Müttefik mezalim güruhu müstebit ve müfterilerce tezgâhlanan “Ermeni soykırım” yasasının onaylandığı gün TBMM’nde, tıpkı farmasonlar gibi, alçaltıcı bir utanca, istismar, suiistimal ve ağır bir yolsuzluğa, yüzkarasına imza atıldı!..

Yolsuzluğun adı: Mevcut ve emekli (sözde) milletvekili ücret ve özlük hakları!..

Daha açık bir deyimle: Kıyak emeklilik, ayrıcalık, küstahlık ve imtiyaz tertip’i…

Artı; Kültür ve Turizm bakanı Ertuğrul Günay’ın “Bir milletvekilinin, aynı zamanda emekli maaşını kesintisiz olarak almasını, genel uygulamaya aykırı sayarım…” açıklaması..

O gün ki, TBMM yerine, AB üyesi Hun/Macar Parlâmentosuna ‘Hocalı Soykırımı’ hakkında yasa tasarısı sunulan bir gün!.. Ar, hayâ belâsına adına millet-vekili dedikleri; İnsan hakları, adalet ahlâkı ve (evrensel değil) yerel hukuka dahi temelden aykırı ‘kıyak emeklilik, ayrıcalık, imtiyaz ve gaspları katmerleme, mevcut maaşları iyileştirme’ kararı almaları ne kadar utanç verici, yüz kızartıcı, ayıplı!.. Hatırlanacağı üzere, bu talihsiz ve kamu vicdanının nefretine sebep vakıadan birkaç hafta önce de danışman adı altında parlamentoda müstahdem (istihdam edili) akraba, hemşehri, eş-dost ve sadık bendelerinin maaşlarına %170 - %185 dolayı haksız, hukuksuz ve adaletsiz düzeyde zam yapmışlardı.

BUNLAR “MİLLET VEKİLİ” FALAN DEĞİL!...

Yukarda kaynak gösterilen resmi tanımlar ile pek çok değerli bilim insanının konuya dair yayınlarında yer alan tarif ve izahlara bunların durumu kesinlikle uymuyor. Üstelik mer’i 82 Anayasası, ettikleri yemin 1924-28 ve 961 ile de örtüşen yanları yok. Başta medeni kanun, siyasi partiler ve seçim yasaları olmak üzere hiçbir hukuki tanımla da eşleşmiyor halleri!....

PEKİ, KİM BUNLAR?..

Kendilerini utanmadan “milletvekili” olarak tanımlayan; Parti sahibi, vesayet ve sulta tarafından atanmış; Dünyanın “ileri demokrasi, adalet ahlâkı, hak-hukuk normları ile evrensel standartları”na ters, emsallerine göre çok aykırı ve farklı bu tür’e ‘parlâmenter’ denilmekte!..

İstihdam edildikleri yer de parlamento!

Parti sahibi, sulta, vesayet, dikta ve cunta tarafından atanmış; “özgür irade mahrumu mütegallibe” için bu, son derece olağan ve doğal!... Çünkü bunların milletle bir ilgi, imtizaç ve alâkaları yok. Halktan yana her hangi bir kaygıları da!... Son derece pişkin, gamsız, aymaz ve benciller… Bunlara “millet-vekili” demek, bilime ve bilimsel gerçekliğe de aykırıdır.

İsterseniz, malum şahısların eylem, fiil, hattı hareket, hak-hukuk ve halk adına velev ki özgürce inisiyatif kullanma; Yerine göre milli, ilmi, insani, hukuki, ekonomik, sosyal, siyasi ve medeni sorunlar karşısında ki tavır-tutum, etki, tepki, davranış ve söylemlerini; Muhterem Hoca’larımızın, Anayasa ve yasalarımızın tanımları, özgür bilim ve objektif bilincin açılım, tasvir ve sıra dışı, (milli falan değil) olağan ve sıradan siyasetin yüklediği sorumluluk ve anlamlarla karşılaştırın! Ve biliniz ki ÇARE: “Mahalli Kongre ve Milli Delege” sistemidir.



Eğer gerçek “Millet Vekili” olsalardı!..

Mustafa Nevruz SINACI

Burada bir “beyin fırtınası” yapalım.

Mevcut hâl-vaziyet ile en fazla 50 yılı mücavir, analitik bir “zamanda yolculuk” ve “mekânı muhasebe (ortam muhasebesi), mütalâa, mukayese” turuna çıkalım.

Velev ki, şahsında âlemi İslâm ve cihan Halife’liği mündemiç; Adalet güneşi, emniyet ve huzur iklimi Osmanlı’nın bakiyesi, varisi, hamisi Cumhuriyet’in kurucusu, Gazî, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ‘üye’ sıfatı taşıyanlar (milletvekili denilenler) gerçekten;..

İnsan hakları, adalet ahlâkı, parti içi demokrasi, fırsat eşitliği ve hukuk ilkelerine sahip ve saygılı; Dikta, sulta, cunta, sınıf-zümre, menfaat, ticaret şirketi, organize suç örgütü, illegal mafya falan değil; Gerçek bir kitle partisine kayıtlı, aidatlarını muntazam ödeyen, vecibelerini yerine getiren; Mensup olduğu siyaset kurumunun; Eğitim, bilinç geliştirme vs, aktivitelerine düzenle katılan, hakiki ve samimi üyelerin; Namuslu, dürüst, demokrat ve helâl oyları ile aday gösterilip, genel seçimlerde seçmenin şaibesiz ve şerefli onayı ile “Millet Vekili” olsalardı!....

ACABA NE OLURDU? BAKALIM:

1, Millet, yasama faaliyetlerinden dolayı, vekâlet şartları dâhilinde vekil ettiğine hesap sorabilir; yetki alanı ve sorumluluğu ile bağdaşmayan fiil ve tasarruflarından dolayı, icabında vekâletten azletme hakkını kullanabilirdi. Şimdi hesap soramamakta ve azledememektedir!..

2, Kürsü masuniyeti dışında, asillerin sahip olmadığı hak, dokunulmazlık, ayrıcalık ve imtiyazlara sahip olamaz; Asil’in rıza ve muvafakati hilâfına, milletin sırtından fahiş ücret ve kıyak emeklilik gibi, insanlık, hukuk ve ahlâk dışı gasp ve iktisaplara teşebbüs edemezlerdi…

3, Devlet bütçesi, ithalât ve ihracat denk olur; Cari açık verilmez; Tüm makam, maaş, memuriyet ve ücretler ‘kıdem, ehliyet, liyakat/objektif norm ve standart birliği’ esasına uygun olur; İnsanlık dışı “yüzdeli zam” yerine, insanca ve adil “seyyanen zam” uygulanırdı…

4, “Emek-yoğun, zorunlu altyapı, iktisadi, sanayi ve ticari yatırım, kalkınma, gelişme faaliyetlerinde kullanım” harici dış borç alınmaz; Şaibe, kısır döngü, kayırma, haksız, yolsuz edinim unsuru iç borca asla tevessül edilmez; İşsizlik ve yoksulluk önlenir;, Vergide adalet ve tahsilât sağlanır, çifte vergilendirme şerefsizliğine düşülmez, dolaylı vergilerle halk soyulmaz, fahiş fiyat, ahlâksız ve sınırsız kâr hovardalığına asla ve kesinlikle izin verilmezdi.

5, Bedeli her ne olursa olsun hak-hukuk, huzur, Milli güvenlik ve adaletten asla taviz verilmez; İnsan hakları, eşitlik, akıl-mantık, kamu vicdanı ve kanun hükümlerine aykırı karar, edinim, izin, istisna, müsamaha, af-atıfet tasarruflarıyla, Yüce meclis, cüce meclis durumuna düşürülmez;, Sivil-Asker, bütün kamu ve özel sektör, aleni ve örtülü ödenekler “tam disiplinle sıkı denetlenir” bütün hesaplar hakkıyla ve lâyıkıyla sorularak “devletin namusu” ile tüyü bitmemiş yetimin hakkı korunur; Haksız edinim, yolsuzluk ve fahiş kazanç önlenirdi...

6, Gazetecilik ve yayıncılık, (medya) asla “genel (basit/sıradan) piyasa tacirliği, sanayi ve kamu müteahhitliği (taahhütçülük) alanı”, siyasi şantaj, baskı aracı, yağdanlık, yalakalık, yardım ve yataklık vasıtası olarak kullanılamaz; Sözde kitle yayıncısı, akredite kartel medyası tertip ve teşekkül ettirilemez;

Bir yanda ıstıraptan kıvranan, rencide edilen, acı çeken, sızlayan kamu vicdanı, halka ve hak’a tercüman olmak varken; ‘4.kuvvet’ olarak bu ayıp, derin utanç, yüzkarası, gasp, irtikap, rezillik ve küstahlığa ortak olunamaz ve seyirci kalınamaz;, Bu günkü medya nam sahibinin sesi kemikçiler; Demokrasi, adalet, ahlâk ve hukuku savunmak yerine; Yıkmak, yok etmek, hâtta 1950 öncesi koyu dikta, istibdat ve despotizme davetiye çıkartıp, bölünme ve parçalanmaya çanak tutmak, katkı sağlamak adına ne lâzımsa yapamazlardı...

7, Hükümetler devletin sınırlarına hâkim olur, dağları tutar, dâhilde ABD, Rus, İngiliz, Fransız, İsrail casuslarının fink atmasına, elçi nam “harici bedhahların” devlet işlerine dûhul etmesine izin vermez; Ezeli düşmanların dayatması ile “yeni anayasa” yapmaya kalkışmazdı.

SONUÇTA: Hakiki Millet Vekilleri; Mutlak surette “namuslu, dürüst ve demokrat” olur; Kendilerini hakkaniyet öznesi, eşitlik ilkesi, adalet ahlâkı ve hukuk temelinde “küresel adalet, evrensel barış ve ebed-müddet Türkiye” idealine adarlardı….



DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com





Bu makaleler; yazılı, görsel ve işitsel medya’da “yayınlanması”, mümkün olduğu kadar, (adres defterinizde kayıtlı) dost ve arkadaşlarınıza “dağıtım yapılması” ricası ile gönderilmektedir. Teşekkürler. Selam, dua, sağlık ve başarı dileklerimizle,

______________________________________________

e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com

WEB : mustafanevruzsinaci.blogspot.com,

POSTA : PK, 118 [06 442] Yenişehir/ANKARA

DİKKAT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.







---



ZORUNLU EĞİTİM (!)

SORUNLU TASARI

Mustafa Nevruz SINACI

11 Mart 2012 Pazar günü TBMM Milli Eğitim Komisyonu, yasama tarihinin en kötü utancı, yüzkarası, demokrasi ayıbı, hukuk ve ahlâk skandalına sahne oldu. Eğer doğru okunur, objektif algılanır ve dürüst yorumlanırsa bu; Öncelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hür irade yükümünü yitirdiğini; Bir grup zorba, müstebit ve despot tarafından doğal yetkileri gasp edilerek ipotek altına alındığını ve hukuki meşruiyetini kaybettiğini düşündürür!....

Olay, Mart ayı başında Milli eğitim komisyonunda görüşülmesine başlanan; 5.01.1961 tarih ve 222 sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile bazı (222, 1739, 3308, 4306, 2547, 2809, 5018, 6260 ve 4734) Kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi”nin;, Başta öğrenci velisi ana-baba’lar, kanaat önderleri, münevverler arasında ve kamuoyunda ciddi tepkilere yol açması ile halk içinde endişe yaratması nedeniyle iktidar tarafından yangından mal kaçırır gibi bir oldubittiye getirilmek istenmesi teşebbüsünden ibarettir.

Bu süreçte gaflet, dalâlet ve acizlikle malûl muhalefetin masum, müsemma, demokrasi ve hukuk havarisi olduğu söylenemez. Sonuçta teşebbüs amacına ulaştı. Bir haftada, iç tüzüğe uygun olarak sadece 4 maddesi görüşülerek kabul edilebilen tasarının, bu defa 20 dakikada 23 maddesi ‘hiç görüşülmeden ve müzakere bile edilmeden’ onaylanarak, kanunlaştırılmak üzere eşi, emsali görülmedik bir usul, biçim ve pişkinlikle, genel kurul yoluna sevk edilmiştir.

Müessif olaydan önce kamuoyunda yer alan genel kanı: Teklif tasarısının 28 Şubat’a tepki, misilleme ve öç alma maksadıyla komisyona sunulduğu; Ancak, insan hakları, eğitim bilimi, psikiyatri, eğitim sosyolojisi, ‘milli-manevi, moral ve yükselen değerler stratejisi’ ile psikoloji, temel pedagoji ilkelerine aykırı; Çağdaş norm, kriter ve standart bilimsel disiplinler yönünden ciddi sakıncalar; Yakın tehlike, tehdit ve vahim sorunlar içerdiği şeklinde idi..

Vakıa, komisyon baskını bütün bu endişe ve kaygıları haklı ve doğru çıkardı.

Yürürlükteki 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu uyarı “temel eğitim”, her Türk vatandaşının yasal hakkıdır. Devlet eliyle parasız verilir. Kanunun 4 -9. ve 12. maddelerinde tanımlanan genellik, güncellik, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlar, yönlendirme, eğitim hakkı, imkân ve fırsat eşitliği, laiklik ve “istikrarlı süreklilik” ilkelerine uygun olmak zorundadır.

Bu düzlemde eğitim; Tıpkı Denetim, Adalet ve Sağlık gibi zorunlu kamu görevidir.

Yukarıda açıklanan amaçların gerçekleşmesi, tasarı gerekçesinde yer alan temenni ve evrensel mukayesenin hayat bulması için: Ülkemizde asgari 11 veya (metinde değil) sunumda ifade olunduğu biçimde 12 yıllık bir eğitimin zorunluluğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Şu kadar ki bu eğitimin kademeli olması; Bilimsel, evrensel ve emsal normlar ile pedagojik, sosyolojik disiplinler dikkate alındığında 5 + 3 + 3 (klâsik, mesleki, teknik veya Eğitim Enstitüsü yerine kaim öğretmen okulu) = 11 yıl süreli zorunlu ve kademeli olması şarttır. Dünyanın pek çok ülkesi, dünkü eyalet kötü Bulgaristan dâhil kırk yıldır “zorunlu eğitim süresi” 11 senedir.

Dahası, ülkede eğitim kalitesi düşmüş, öğretmenlik mesleği tabana vurmuş olmakla;

Başta rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, anarşi, terör, tedhiş, gasp, irtikap, nitelikli dolandırıcılık, sahtecilik gibi insanlık dışı; alçakça kalleşlik ve kahpelik eseri suçların diplomalı kesimde tavan yaptığı kaotik ortamda ‘temel eğitim-öğretim’ ile ilgili bir düzenleme hayati önem taşır; Yüksek ahlâk, basiret, beka, ilim-irfan gerektirir. Eğitim ve öğretim ile ilgili düzenlemeyi aceleye getirmek; Öz’e inmeden, müfredatı rehabilite etmeden, emrivakilerle hareket, bir cehalet veya kast-ı mahsus eseridir. Teşebbüsün daha açık bir izahı da, kötü niyet olabilir. Aksi takdirde, bu kadar hata üst üste ve bir arada yapılamazdı!..

BÖLÜM / SORUN İRDELEMESİ:

1. Tasarıda 4+4+4 = 12 yıllık kesintili ve zorunlu eğitime dair bir hüküm yoktur.

2. Teklifin 1, 2, 7 ve 13. maddelerine göre ilk sekiz yıllık kademeli eğitim zorunludur.

Fakat Son 4 yılın zorunluluğuna ilişkin bir hüküm veya müeyyide bulunmamaktadır.

3. Tasarı, ilkokul ve ortaokulu tekrar oluşturup; 28 Şubat öncesi uygulamaya dönüş dışında başkaca hiçbir yenilik, özellik veya orijinal bir boyut içermemektedir… (./…)

SORUNLU TASARI; EĞİTİM VE ANALİTİK

Mustafa Nevruz SINACI

Üç temel sebepten dolayı Türkiye “yeniden yapılanma zorunluluğu” ile karşı karşıya kaldı. Bunun ilk kez, “kötü tohum”un önde gelenlerinden Turgut Özal farkına vardı ve adına “transformasyon (biçim değişimi, dönüşüm, dönüştürüm)” dediği bir faaliyet başlattı!..

Başlangıçta ‘yeni demokrasi’ darbelendi, sonra ‘hukuk’ törpülendi.

Hak, eşitlik ve adalet ahlâkı’na sıra geldiğinde, zaten onlar yok olmuşlardı!..

Dolayısıyla, Özal ve şeriklerince transformasyon istismar ve suiistimal edildi.

Süreç bittiğinde, Fulbright hamisi kripto zenginlerin siyasi güç ve servetlerinde; Fakir, fukara, yoksul nüfusun ise sayısında korkunç artışlar olmuş; Globalleşme, küreselleşme adına yalancı-talancı, vahşi ve haydut batının dayattığı, dönme ve devşirmelerce ‘tarihi fırsat’ olarak algılanan ‘özelleştirme furyası’ sayesinde, TC’nin iktisadi kazanımları birikim ve değerlerinin çoğu menfur leş kargalarına peşkeş çekilmişti bile!. Zira serveti maksimize edecek, sermayeyi tabana yayacak, “serbest rekabet, yüksek kalite, bolluk ve ucuzluk yaratacak” diye, hayâsızca beyan edip, yalan söyledikleri özelleştirme; Yoğun peşkeş, pahalılık ve tekelleşme getirdi.

Böylece, ülkem insanı “yeniden yapılanma, değiştirme ve dönüştürmenin” anlamını; İş işten geçip, insan’a ihanet, yolsuzluk, pahalılık ve işsizlik patladığında idrak edebildi.

Yeniden yapılanma ve dönüştürülmeyi zorunlu kılan sebepler:

1. Kökleri harici bedhahlara dayalı ve dâhili bedhahlarca ikame edilen siyasi vesayet;

2. 1938 karşıdevrimi ile başlayıp, Fulbright’le taçlanan ve Amerikan Barış gönüllüleri sayesinde kökleşen; Eğitim örgütünü işgal, ilim-irfan, ahlâk-fazilet ve milli tarih şuurunu ilga, sistematik dezinformasyon, asimetrik-psikolojik savaşla beyinleri iğfal faaliyeti;

3. İktisadi, sosyal, kültürel hayatı; Milli değer, gelenek ve köklerinden kopartıp; Vahşi kapitalist, emperyalist haydut, insan yiyen kurt ve çağdaş vampirlik yönünde biçimlendirmek, yozlaştırmak, anlamsızlaştırmak, milli değer ve manevi mukaddesleri istismar ve din ticareti vasıtasıyla Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyetini kaos, bunalım ve buhrana sürüklemek..

12 Eylül hariç; 11 Kasım, 27 Mayıs, 12 Mart ve 28 Şubat süreci; Milli şuur ve manevi değer sahibi; Sağduyu, onur-erdem ve ilimle mücehhez Muallim (hakiki Öğretmen) yetiştiren Eğitim Enstitülerinin kapatılması, Milli Eğitim Şûrasının hadım edilmesi;, Millî müfredatın ilim, ahlâk, milli değer ve manevi mukaddeslerden arındırılması ve nihayet 8 yıllık kesintisiz eğitim darbesi dâhil; Bu düşmanca müdahalelerin tamamı aynı sürecin eseridir.

Oysa: Eğitim ve terbiyenin (öğretim) amacı sadece ilim değil; Aynı zamanda hareket, konuşma (hitap) adabı ve davranış biçimidir. Yani evrensel bilim ile milli kültür (ahlâk, hars, gelenek, görenek, din) müştereken ve mütemmim cüz olarak eğitim ve öğretim boyutunda ifa ve icra edilmek zorundadır. Ayrıca çağdaş, namuslu, dürüst, demokrat, ilkeli, onurlu, sorumlu, sağlıklı; Güncel bilimsel donanım, yeterli ve geçerli meslek sahibi “İyi İnsan ve İyi Vatandaş” yetiştirmek ‘eğitim ve öğretimin’ mutlak görev, zorunluluk ve sorumluluğudur.

Bunu Milli Eğitim Bakanlığı, eğitim ve öğretim camiası başarmak zorundadır.

Zira Türk Milleti; Eğitimin yanı sıra öğrenimli, birikimli, vicdanı, irfanı hür, akil ve özgür insanlardan müteşekkildir; Batının hayvan terbiyecileri gibi Siyom ve Haçlı dayatması eğitimler ile güdülemez. Hayvanlar gibi, ne öğretildi ve ne talim edildi ise onu tekrar edecek bir robot değildir. Türk fıtratı genelde Kurt ile sembolleştirilir. Kurt eğitimlerindeki sır nasıl keşfedilememiş ise; Müslüman Türk Milletini eğitim yoluyla mutasyona uğratabilmenin yolu da asla bulunamayacaktır. Bu ütopyanın yandaşları yanılgı içindedir, eninde sonunda hayal-i sukut ve hüsrana uğrayacak, helâk olacaklar. Türklerin ne zaman ne yapacağı önceden tahmin edilemez. Çünkü Türkler doğrudan Allah'a ve O’nun takdir ettiği kadere inanırlar. Bu yüzden doğrudan Allah'a bağlı, imanlı, şuurlu, namuslu, dürüst, şerefli, asil ve özgür insanlardır."

Netice olarak: Kimse Millî eğitim-öğretim sistemini, menfur oyunlarla yozlaştırmaya kalkışmasın. Olması gereken: Makul yaştan itibaren; 5 yıl İlköğretim, 3 yıl Ortaöğretim ve 3 yıl da Lise ve dengi (muhtelif bilimler, mesleki, öğretmenlik ve teknik) okullar olmak üzere; “ONBİR (11) YIL” kademeli ve zorunlu eğitimdir. Biline!... (./…)

MÜFREDAT VE TEDRİSAT (1)

Mustafa Nevruz SINACI

Bilindiği üzere “müfredat” eğitim-öğretim programı; “tedrisat” ise eğitim ve öğretim faaliyeti anlamına gelir. Kelime ve kavramlar, insan formu baz alınarak analiz edildiğinde;

Öğretim: Herhangi bir çocuk veya yetişkin’e plânlanan ilmî teorik olarak öğretme, anlatma ve açıklama eylemi; Özellikle çocukta karakter oluşturma, doğrusal yönde konuşma, söz söyleme ve davranış biçimi kazandırma, yaradılış amacı, (fıtrat ve tabiat) istikametinde hayata hazırlama ve ‘iyi insan, iyi vatandaş’ yetiştirme, geliştirme sürecinin tümüne denir.

Eğitim: Öğretilen ilmî bilgilerin, farkında ve kendinde olarak, bilinçle yaşanması ve yaşatılması için, uzman eğitici nezaretinde örnek uygulamalar yapılarak; İnsan davranışlarını iyi, doğru, güzel ve yüksek ahlâk formu (insani boyut ve bilinç toplumu) yönünde oluşturma, geliştirme, pekiştirme ve duruma göre değiştirme sanatı. Yani, İnsan’da olumlu davranışların yerleşmesi, olumsuz ve kötü, zararlı davranışların sonlandırılması faaliyetidir.

Öncelikle ve evvelâ insan olmak üzere; Bütün yaşam formları ile bunların hayatlarına doğrudan veya dolaylı etken tüm unsurların bu anlam, amaç ve bağlamda düşünülmesi şattır.

Yani İnsan, Yüce Yaratıcının halifesi sıfatıyla “merkez” varlık olup adeta bir atom; İnsan dışında yer alan bilumum mahlûkat ise; Hazreti İnsan’a hizmetle memur ve mükellef nötron, proton ve sair hizmet unsurları mesabesindedir.

Daha açık bir deyim, açıklama ve anlatımla: Devlet, hükümet, tapınak veya para, pul vs değil; Sadece İnsan “kutsal” varlıktır. Her insan bir devlettir. Başta hükümet olmak üzere, bütün kurumlar, kuruluşlar insan içindir. İnsan-ı insanca yaşatma, eğitim, öğretime muktedir ve ehil olmayan bir hükümet (devlet) kesinlikle meşru olamaz, yaşama hakkı yoktur.

Eğitim ve Öğretim’i bu açıdan görmek ve insanca okumak şarttır.

Kaldı ki; Varlık sebebi, yaradılış amacı, yani “Fıtratına” sahip, öz’üne saygılı ve “evet, ben insan’ım” diyen, bunun gerçekten farkında, bilincinde olan hiçbir kişi; kimlik ve karakter sahibi: yalan söylemez, aldatmaz, kandırmaz, dedikodu, fitne, iftira, küfür, haset ve hakaretle iştigal etmez. Banka soymaz, hortumlamaz, gasp, irtikap, sahtecilik ve suiistimal yapmaz. Din tüccarlığı, siyaset simsarlığı, hürriyet, eşitlik, adalet, hukuk ve demokrasi düşmanlığı, vicdan sömürüsü ile iştigal etmez. Hiçbir alanda suiistimal, istismara tevessül ve tenezzülü yoktur.

Doğrusu İnsan, kabahat ve taksirat yapabilir. Ama asla suç işlemez.

İnsanlık suçu işleyenler alt varlıktır, onlara insanca muamele edilemez!..

İnsan Namusu için yaşar. Namussuzluk düşünemez. Bu yolda ve uğurda bir fiile teşebbüs etmez. Asla iffetsiz olamaz. Anarşi, terör ve bölücülükle iştigal etmez. Cinayet işlemez. Katil olmaz. Kanunları çiğnemez. Yasalara karşı mücadelesini; yine mevcut yasal nizam içinde yürütür. Başta; rüşvet, iltimas, ayırma-kayırma, yolsuzluk, hırsızlık, gasp, can ve mal güvenliğini tehdit, hürriyeti tahdit, çıkar ilişkileri tesis, imtiyazlı sınıf oluşturmak ve sair; insanlık, adalet, hukuk ve ahlâk dışı cürüm ve canice, menfur emel sahipleri ile anarşist, terörist ve katiller, devleti parçalamaya ve milleti bölmeye teşebbüs edenler asla “insan” olarak kabul edilemez ve cezalarını çekip, Islah olmadıkça, asla insanca muameleye tabi tutulamazlar. İnsan hakları sadece ve yalnızca İnsanlar içindir…

Özellikle bu insan “Müslüman-TÜRK” ise;

Bütün insanlardan tutun madde ve manâ plânında var olan her şeye ve herkese karşı önyargısız, saygılı, terbiyeli, yüksek ahlâklı, davranış biçimi düzgün, söz ve eylemleri doğru, dürüst, kâmil ve mükemmel olmak zorundadır. Halk ve devlet içinde en muteber, sevgili, saygın ve muhterem olması gereken insanlar muhakkak ve mutlaka gerçek Müslümanlardır. Bunun başka yolu ve çıkarı yok. İslâm dini her ne kadar bazı eylem ve söylemleri kategorik “günahlar” biçiminde tavsif ve tasnif etmiş ise de; Bunlardan, topluma ve kamuya (devlete) karşı işlenenler “kul hakkı” kavramı ile ağırlaştırılmış ve Yüce Yaratıcının af kapsamı dışında tutulmuştur. Sözgelimi “% 99’u Müslüman” denilen toplumumuzda bu idrak, şuur ve bilincin hakim olması halinde suç oranlarının sadece kalan % 1’e münhasır olması gerekmez mi!?..

İşte, antiemperyalist TC’de, Milli müfredat ve tedrisatın amacı bu olmak zorundadır.

Ayrıntılar: “Müfredat ve Tedrisat” konulu ikinci ve son makalemizde; ./..

MÜFREDAT VE TEDRİSAT (2)

Mustafa Nevruz SINACI

İnsan, bu âleme öğrenim, eğitim, bilim ve dua yoluyla tekâmül etmek için gelir.

Dinî yaşam, yani dindarlık; Her ne kadar cemiyetten dışlanmış ve içselleştirilmiş olsa bile; Gerçekte din ilmin ruhu, kaynağı, evrensel hukuk, hak ve adalet’in hikmeti, açıklayıcı ve tamamlayıcı disiplinidir. İlim/bilim ikileminde din’e farklı rol ve anlamlar yükleyerek; güncel hayat ve kısmen kamudan soyutlamak gericilik, ihanet, bozgunculuk, yobazlık ve irticadır.

Ancak şunu da bilmek gerek;

Dinin sahibi Rab’in rahmeti, gazabını örtmüş; ilâhi aşk ve muhabbetle bütün âlemleri kuşatmış, merhametle kucaklamış olmasına rağmen O, sadece iyiliği emir ve kötülükten men eder. Halife sıfatıyla insanın daima iyi, namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu, adaletli ve marifetli olmasını ister. Fert ve toplumları doğrudan denetler, kayda alır, yerine göre dünyada veya bir sonraki boyutta sorgular, yarlıgar (kul hakkı hariç, af ve mağfiret eder), yargılayıp şiddetli bir azapla cezalandırır. Çünkü insan’ı Ahsen-i takvim üzere, yeryüzüne halife olarak yaratmıştır.

İşte, insani boyut ve bilinç (şuurlu/müdrik) toplumu bunu bilmekle kabildir.

İnsani değerlerin tamamı doğrusal (rahmani) olup; Karşıtı apaçık şeytanlık (yalancılık, sahtecilik, haksızlık, zalimlik) ve kötülük adına ne varsa tamamıdır. Dolayısıyla insan “emr-i bil maruf, nehy-i anil münker” kaidesi üzere (iyiliği emreden ve kötülükten men eden) olmaya memur ve mecburdur. Aksi takdirde insan olarak kabul ve telâkki edilemez; Bir yaşam formu sıfatıyla suç işlemesi halinde, İnsan hakları adalet ve hukuka muhatap kabul edilemez.

İşte hayatın ve insan olmanın hali, hakikati kısaca budur.

Şu hale nazaran: İnsan’a dair müfredat ve tedrisat’ın (eğitim ve öğretim’in): İyi insan; Namuslu, dürüst, demokrat, meslek, meşrep (ahlâk ve fazilet) sahibi iyi vatandaş yetiştirmeye matuf olması şarttır. Aksi takdirde sistem, insanlık dışı, kamu yararı ve mâşeri vicdana aykırı demektir. Böylece sistem; İyi insan, iyi vatandaş yerine kötü tohum üreten şeytan tapınağına dönmüş demektir ki; Onlar ancak, yeryüzünde fesat çıkaran, lânetli bozguncu üretir.

Yukarda açıklanan ilim-irfan, insani boyut ve evrensel hakikat ışığında:

Müfredat ve tedrisat’ın aşağıdaki şekilde rehabilite edilmesi şarttır.

Buna göre:

1. Eğitim sistemine ilişkin yasa, ek ve değişiklikler aceleye getirilemez. Plânlanan ek veya değişiklikle konusunda ilgili okul idaresi, aile ve velilerin görüşleri dikkate alınır.

2. Eğitim süresi kademeli ve çeşitli olmak şartıyla (5 + 3 + 3 ) = 11 yıl zorunludur..

3. Kayıt, 5 yaşını doldurmuş olmak veya kayıt yılı içinde doldurma şartına bağlıdır.

4. Resmi, özel ve Vakıf okullarının tamamı Devlet denetimine tabi olup görevleri:, “Millî eğitimin asli amaç ve ilkeleri doğrultusunda öğrencileri; Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan, geliştiren ve yaşayan; Aile, vatan ve milletini seven, daima yücelten; İnsan hakları, adalet ve hukuka sahip; Demokrat, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını müdrik, millî değerleri davranış hâline getirmiş; İyi insan ve iyi vatandaşlar olarak yetiştirmek; Özel ilgi, yetenek ve başarılarına göre iş hayatı, meslek alanları ve üst öğretime hazırlamaktır.”

5. Her derece ve düzey okulda eğitim ve öğretim dili Türkçedir. Okullara yabancı isim verilemez. Yeterli talep ve Filolojik formasyona sahip uzman öğretmen olması halinde; Başta Osmanlıca ve Arapça olmak üzere, ana dillerden her hangi biri seçmeli ders olarak verilebilir.

6. Temel eğitim dâhil, lisans sonuna kadar İlmi Ahlâk, Davranış Bilimi dersleri bütün öğrenciler için zorunludur. Ayrıca, İsevi ve Museviler hariç olmak üzere diğer öğrencilere 18 yaşına kadar Kur’an, Hadis ve İlmi Hal dersleri verilir. Gayrimüslim öğrencilerin din eğitimi ve öğretiminden cemaat vakıfları ve ibadethaneleri sorumludur.

7. Halen Üniversite ve Yüksek Okul düzeyinde verilen mesleki eğitim; Zorunlu haller dışında, Ortaokul sonrası sanat, meslek, bilim, endüstri ve yüksek teknoloji okulları biçiminde Lise ve muadili düzeyine çekilir. İmam-Hatip Ortaokul ve Liseleri DİB başkanlığınca kurulur.

8. Her ne sebeple olursa olsun “yaşayan vatandaş” ad’ları, eğitim-öğretim kurumları, ibadethane ve kamu teşekküllerine verilemez. Mevcut isimler, en geç 3 ay içinde değiştirilir.

9. Üniversiteye giriş sınavsız; YÖK ve tüm “sınava hazırlık” dershaneleri mülgadır.

EREĞLİ’NİN SESSİZ SÖZSÜZ ÇIĞLIĞI

VE YÜREKTEN ÇAĞRIMIZ

Mustafa Nevruz SINACI – Prof. Dr. Turgut TÜFEKÇİ

“Konya’nın Ereğli ilçesi 1980’lere kadar hayalleri zorlayacak derecede güzel, harikulâde, masallar diyarı misal efsanevi bir şehirdi. Yöresel tabirle dere, akar, çay ve arklarla kılcal damarlar gibi örülmüş son derece verimli, işsizlik sorunu olmayan, insanları mutlu, sağlıklı, neşeli, huzurlu, gelecekten umutlu, nüktedan, hayat dolu yemyeşil, cennetsi bir diyar vardı. Sonra mı?!... Sonrası çok hazin bir hikâye….

CEHALET, RANT VE İHTİRAS KURBANI BİR CENNET

Ülkemiz ve dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Ereğli'nin, en önemli ACİL ve güncel sorununa değerli ilgi ve dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

Devlet adına ve millet iradesine vekâleten hükümet edenler; Geniş halk kitlelerini doğrudan veya dolaylı ilgilendiren konularda mutlak bir gereklilik ve zorunluluk olmadıkça; Asla ve kesinlikle insan, ekosistem (hayvanlar ve bütün canlılar), tarihi doku ve kadim doğa aleyhine sonuçlar doğuracak kararlar alamaz, yaptırım ve tasarruflarda bulunamazlar. Hak karinesi, adalet ahlâkı, evrensel hukuk ve medeni siyaset; Asillere dahi ait olmayan bu hakkı vekillere asla vermemiş ve tanımamıştır.

Hukuktan maksat: Doğrusal yönde ifa ve helâli, hak’ı icra’dır.

Devlette devamlılık esas; Doğa’da devamlılık elzem, mutlak ve sebeb-i hayattır.

Dolayısıyla hayat hakkı en temel, vazgeçilmez, olağan şartlarda müdahil olunamaz ve ihlâli insanlık suçu olmakla; Gerçekte ekosistem için de durum aynıdır. Aksi takdirde ülkede medeni, sosyal ve yasal sorumluluk işlemiyor; Adalet, hukuk ve denetim erkleri siyasallaşmış, muhalefet yok hükmünde; En iyi ihtimalle hayati ilkeler ve yükselen değerler vesayet, tasallut altında demektir. İşte örnek ve günün HES furyasından önce Ereğli’de baş gösteren felâket.

EREĞLİ ÇÖL OLMASIN!...

Bu uğurda, her takdirin üstünde, büyük bir onur, vefa ve sorumlulukla mücadele eden Prof. Dr. Turgut Tüfekçi; CNN TÜRK ve insanlık düşmanı rant mahlûkatınca hayat damarları ve Can Suyu kesilerek “sessiz sözsüz çöl olmaya sürüklenen Ereğli adına” insanlık âlemi, TC hükümeti, cnnturk ve onurlu, sorumlu vatandaşlara sesleniyor:

“Değerli Güven Bey, (Yeşil Doğa Program Yapımcısı)

Merhaba! Size Ereğli'deki (Konya) doğa katliamını bildirmek istiyorum…

İvriz Kabartmasının bulunduğu Ereğli en az 5000 yıllık yerleşim merkezidir.

1985’ e kadar şehirden geçen akarsu ve Roma İmparatorluğu zamanında açıldığı bilinen “toprak kanallar” (Ereğli ağzında “arklar”) sayesinde İç Anadolu’nun en yeşil yeri idi. “Yeşil Ereğli” den bereket fışkırırdı.1970’lerde, bütün Ereğlililerin rüyası İvriz Barajıydı. Politikacılar “baraj” vaat ederek oy isterlerdi. 1985’te rüya gerçekleşti ama inanılmaz bir kararla Ereğli’nin can suyu kesildi. Önce, binlerce yıllık, Ereğli’ye hayat veren, gençlerin yüzdüğü, sıcak yaz günlerinde ailelerin çevresinde dinlendiği, bereket kaynağı, fotoğraflardaki gibi harika güzellikler ihtiva eden akarsu, dere ve “ark”lar kurudu…

Sonrada, “Yeşil Ereğli” …

2012 de gelinen durum:

Türkiye’nin en lezzetli meyve ve sebzelerinin yetiştiği bahçeler kurudu (bkz. 80' ler de ki Tekel'in likör, Tamek'in reçel reklâmları); Son 9 -10 yılda, Türkiye çapında haber olan, toz fırtınaları oluşmaya başladı (bkz. TV ve gazete haberleri); Ortalama yıllık yağış can suyu, kesilmeden önceki 23 yılda 315 mm iken sonraki 23 yılda 287 mm oldu (% 8,9 azaldı, bu azalma max. ve min. değerlerde de görülmektedir); yeşil alan kuruduğundan yağmur bulutları yağmura dönüşemeden Ereğli’yi terk etmektedir.. Dünyanın sayılı sulak alan ve kuş cennetlerinden olan Ereğli Sazlıkları (Akgöl)’ün alanı 21500 hk dan 3000 hk a indi; geçmişte önemli sayıda üreyen özel kuş türlerine artık rastlanmamakta…

Fotoğraflardaki efsane güzellikler yok oldu, çölleşme başladı. 1985 öncesine ait dört fotoğrafı ve son yıllarda başlayan çölleşmenin fotoğrafını ekte gönderiyorum. Bu çevre ve doğa katliamının sorumlusu İvriz Barajı değil; uygulanan su yönetim planıdır. Halen geri dönüş mümkün. Ancak hemen harekete geçilmez ise Ereğli yakında çöl olacak. Bu kötü gidişe son verilmez ise, uzun vadede Ereğli'yi bekleyen diğer tehlike, şimdi tahminen 925 m (cansuyu kesilmeden önce tahminen 975m) olan yer altı su seviyesinin, Tuz gölü seviyesinin (905 m) altına düşmesi halinde ova köylerinde ilelebet tarım yapılamaması ihtimalidir.

Önerilerim; DSİ, İvriz Barajı su yönetim planını değiştirmeli ve Ereğli’ ye can suyunu vermeli; Akarsu ve binlerce yıllık, “ark”lar tekrar açılmalı; açma işlemi günümüz teknolojisi ile mümkündür, kısa sürede gerçekleştirilebilir; Ordu, okullar, halk ve TEMA gibi STK ve kuruluşların desteği sağlanarak Torosların yamaçları ağaçlandırılmalıdır. Değerli çevre dostu, “Yeşil Ereğli”nin çöl olmasını önlemek, fotoğraftaki güzelliklere tekrar kavuşmak yönünde çok büyük katkınız olacağına inanıyorum.

Yeşil Ereğli'nin çöl olmaması umuduyla size iyi sağlıklı ve mutlu günler diliyorum.

Saygılarımla, Prof. Dr. Turgut Tüfekçi, turgut.tufekci@yahoo.com”

Yeşil Ereğli’nin efsane yıllarını bütün ihtişamıyla yaşamış, şimdi Ankara bozkırlarını kaplayan beton yığınları arasında çile dolduran kadim bir Ereğli’li olarak;, Sevgili ve değerli hemşehrim Turgut Tüfekçi’ye, bu kutlu mücadelesinde başarılar diler; Tüm Ereğli dostları ile onurlu, sorumlu ve duyarlı yurttaşlarımızı “bu mücadeleye katılmaya” davet ederim.

BİR HATIRLATMA:

Gerçekte ülkemizin ekolojik denge sorunu büyük… Yerine göre çok kritik ve telâfi edilemez boyutlara dayanmış durumda. Eko sistem çekilmekte, çökmekte, iklim değişmekte, onursuz, cahil ve bencil, betonculuğu kalkınma sanan şehir eşkıyaları ve çıkar odaklı yönetim unsurları yüzünden Türkiye, vahim bir doğa felâketiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır..

İşte, Konya’nın Ereğli ilçesi de bu kritik yerleşim ve yaşam alanlarından biri..

Ancak önce genel duruma, AB ve dünya ya ‘mukayeseli bir bakışla’ göz atmak gerek.

Dünya’da ‘başka Türkiye yok’ söylemi ne anlama gelmektedir? Bakalım:

“Tüm Avrupa’da 12 bin çeşit bitki türü var. Türkiye’de bu rakam 9000., Dünyada her yıl 16 milyon hektar orman alanı yanmakta. (82 Nijerya kadar) Son 30 yılda dünya orman örtüsünün beşte biri yok oldu. Yetişmiş bir ağaç günde 17 kişinin oksijen ihtiyacını karşılıyor ve 22.5 kilogram karbondioksiti absorbe ediyor. Sadece dünya kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılabilse, yılda 8 milyon hektar orman alanı korunabilir. Günümüzde dünya, dakikada 21 hektar orman alanı kaybediyor. Böylece fert başına her yıl doğaya 7 ağaç borçlanılmakta...

Çünkü bir yıl içinde kullandığımız kâğıt, kartonlar ve yaşamsal ihtiyaçlarımız için 7 adet ağaç tüketmekteyiz. Bir Avrupalı yılda ortalama 300 kg. kâğıt ve kâğıt ürünü tüketmekte. Dünyada her yıl kâğıt tüketiminin yarısı geri kazanılsa Türkiye büyüklüğünde bir ormanlık alan yok olmaktan kurtarılabilir. Bunu asırlar önce gören Fatih Sultan Mehmet ne demiş? “Ormanlarımdan bir dal kesenin, başını keserim” Son Peygamber Hazreti Muhammed ise; “Kıyametin koptuğunu görsen dâhi, mutlaka bir fidan dik!”

Sonuçta eko sistemle barışıklık anlamına gelen ‘çevre koruma’ olgusu, bireysel görev ve sorumlulukla başlayıp, tüm ülke ve arz’ı içine alan‘evrensel’ duyarlığı zorunlu kılmaktadır. İnsan’a düşen görev önce ruhsal, sonra bedensel ve buna paralel çevre temizliğidir. Çevrecilik sadece ‘temiz tutma’ anlamına gelmez. Aynı zamanda ekolojik sistem, denge ve değerleri ‘doğal ortamda’ koruma, kollama, iyileştirme ve geliştirme anlamını taşır. Ki, başta Ereğli olmak üzere, ülkemizde pek çok yörenin sorunu korumasızlık; Yasa dışı edinim, kanunsuz temlik-tasarruf, Soygun-vurgun, rant kaygısı ve imar yolsuzluklarıdır. .

Derhal harekete geçilmez ise Ereğli çok yakında çöl olacaktır. Unutmayın ki başlayan çölleşme ‘acil önlem alınmadıkça’ hızlanarak artar. “acil önlem alınmaması halinde” çok geç olacaktır. Bekleyecek vakit mi var? Bu kötü gidişe son verilmez ise, uzun vadede Ereğli’yi bekleyen öteki tehlike, şimdi 925 m (can suyu kesilmeden önce tahminen 975m) olan yeraltı su seviyesinin, Tuz Gölü seviyesi (905 m ) altına düşmesi halinde, ova köylerinde ilelebet tarım yapılamaması ihtimalidir. (MNS, 28.02.2007 Gazeteler)



Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğrencileri’nin

Hayati Riski; Acil Trafik Sorunu!..

Mustafa Nevruz SINACI

Ankara’nın en şeamet, kış-kıyamet günleri… Yasa bağımlısı, Bilinçolog Galip Baran, Prof. Dr. İsa Kayacan ve Prof. Dr. Salih Ziya Konyalı tarafından 6 Şubat 2012 Pazartesi günü; Ankara Valiliği, Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ve Ziraat Fakültesi Dekanlığı’na bir (aşağıda yer alan) dilekçe gönderiliyor….

“ÇOK ACİL” BİR SORUN VE İVEDİ ÇÖZÜM ÇAĞRISI:

Ankara Valiliği, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ve Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanlığı'na

DERHAL MÜDAHALE (SORUN ÇÖZME) ÇAĞRISI!..

Ankara Üniversitesi'nin, (Dışkapı Aydınlıkevler önü) Esenboğa yolu üzeri, Altındağ, Keçiören, Yenimahalle üçgeninde kurulu Ziraat Fakültesi Kampüsü;, Aralarından ana artel, otoban ve yoğun seyrüsefer; hızlı araç geçişi ve trafik akışı olan, ağırlıklı geniş "anayolların" geçtiği üç parçalı yerleşim alanında öğrenciler trafik kazası riski, sürekli 'araç çarpma' tehdidi ve bütün "ders ve derslik" geçişlerinde ölümcül tehlike altındalar...

Konuyla ilgili olarak; (bu güne kadar) Okul İdaresine 'öğrenci ve veliler tarafından' yapılan başvurular muhtemelen dikkate alınmamakta veya "sorun yaşanan" geçiş noktalarının (yol, alt-üst geçit ve köprülerin) "Ankara Büyükşehir Belediyesi" sorumluluk alanında olması nedeniyle kalıcı önlem alınamamakta!..

YETKİLİ, GÖREVLİ VE SORUMLU OLANLAR!..

Kalite Ödüllü Sayın Ankara Valisi'nin, Ziraat Fakültesi Öğrencilerinin karşı karşıya bulunduğu ve her gün yaşadıkları büyük tehdit, korku ve tehlikenin farkında olup olmadığı konusunda bir bilgi veya ilgi emaresi yok! Dolayısıyla; Yukarda içerik ve müdahale, (çözüm) aciliyeti açıklanan sorun'un bütün ayrıntıları ile çözüme ilişkin öneri içeren çalışma aşağıda: ‘ilgilenenlerin, ilgililerin ve ilgilenmek zorunda olanların’ ilgi ve bilgilerine sunulmuştur.

Başta Ankara Valisi Sayın Alaaddin Yüksel; Büyük Şehir Belediye Başkanı Sayın İ. Melih Gökçek ve Ankara Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Cemal Taluğ ile; değerli ilgilerini esirgememeleri ve konuyu kendi evlâtları nam ve adına sahiplenip özenle takipçi olmaları dileğiyle 'onurlu ve sorumlu' Rek. Yardımcıları Sayın: Prof. Dr. Nilgün Halloran, Prof. Dr. N. Yasemin Yalım, Prof. Dr. A. Argun Karacabey;

Yaşanan vahim sorun'un birinci dereceden muhatap, muarız ve mes'ulü Ziraaat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Ahmet Çolak'ın dikkatlerine arz eder:

Vaki sorunun ACİLEN, İVEDİLİKLE ve DERHAL çözümü hususunu, sevgili ve değerli öğrencilerimiz adına hassaten arz, önemle rica ve istirham ederiz.

Yasa Bağımlısı, Bilinçolog Galip BARAN, Prof. Dr. İsa KAYACAN ve Prof. Dr. Salih Ziya KONYALI, Ankara: 06 Şubat 2012”

Yaptığım görüşme ve araştırmalar sonucu iş bu “acil, önemli ve ivedi” başvurunun; Başbakanlık (BİMER) dâhil, derhal çözüm üretmesi, uygulaması ve tehdide maruz Ziraat Fak. öğrencilerine sahip çıkması mümkün yetkili, görevli ve sorumlu kişi, kurum ve kuruluşlara üç koldan gönderildiğini; Ankara Valiliği’nin: “İl Yazı İşleri Müdürlüğü çıkışlı, Vali Yardımcısı Turan Atlamaz imzalı, B.05.4.VLK.O.06.03.00-492-~51.8 sayılı resmi yazıyı B.Ş. Belediye Başk. ve İl Emniyet Müdürlüğüne göndererek; Gereği için talimat verdiğini…” öğrendim.

Bütün bu bilgi ve belgelerle; “Acaba ne oldu?..” diye 02 Mart Cuma ve 03 Mart 2012 Cumartesi günü, Ziraat Fak. kampusu, tehdit ve tehlike konusu geçit, yakın Öğrenci Yurtları nezdinde vaki araştırmam sonucu gördüm ki; Şikâyet konusu mahalde başvuruyu müteakip iki hafta içinde, biri ölümlü 2 büyük kaza olmasına ve bir öğrenciye araç çarpmasına rağmen halâ ‘birinci dereceden sorumlu hükümet, valilik, belediye, emniyet, rektörlük ve dekanlıktan’ söz konusu “AÜZF Kampüs çevresindeki trafik sorunu ile ilgili” mahalde görülen olmamış!..

Aynı gün görev emri veren Valiliğe minnettar ve müteşekkir olmak gerek.

Ancak, o şeamet, kış-kıyamete rağmen görevini yapmayan (..)’lara ne demeli?..





Yorumlar









Aktif Ziyaretçi 30
Dün Tekil 1927
Bugün Tekil 1395
Toplam Tekil 4067529
IP 3.138.101.95






TURAN-SAM PRINTED ISSN: 1308-8041
TURAN-SAM ONLINE ISSN: 1309-4033
Journal is indexed by:





























10 Sevval 1445
Nisan 2024
P
S
P
C
Ct
P
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30


T rk hakanlar ve T rkmen Padi ahlar devlet i lerinde hatunun fikirlerini st n tutar.
(N ZAM L-M LK)


Ekle kar









Anasayfa - Amaç - Hedefimiz - Mefkuremiz - Faaliyetler - Yönetim - Yasal Uyarı - İletişim

Her Hakkı Saklıdır © 2007 - 2023 TURAN-SAM : TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sayfa 1.382 saniyede oluşturulmuştur.

TURAN-SAM rssTURAN-SAM rss
Google Sitemap

"Bu site en iyi mozilla firefox'ta 1280x960 çözünürlükte görüntülenir."

Turan Portal v1.3 | Tasarım TURAN-SAM , Kodlama Serkan Aygün

Turan Nedir?, Bilimsel Dergiler, En popüler Bilimsel Dergi, Endeksli Bilimsel Dergiler, Saygın Bilimsel Dergi, Türk Dünyasının en popüler ve en saygın Bilimsel Hakemli Dergisi, SSCI, SCI, citation index, Turan, Türk Devletleri, Türk Birligi, Türk Dünyası, Türk Cumhuriyetleri, Türki Cumhuriyetler, Özerk Türkler, Öztürkler, Milliyetçi, Türkçü, Turancı, Turan Askerleri, ALLAH'ın askerleri, Turan Birliği, Panturan, Pantürk, Panturkist, Türk, Dünyası, Stratejik, CSR, SAM, Center for Strategical Researches, Araştırma, Merkezi, Türkiye, Ankara, İstanbul, Azer, Azeri, Azerbaycan, Bakü, Kazakistan, Alma-Ata, Astana, Kırgız, Bişkek, Kırgızistan, Özbekistan, Özbek, Taşkent, Türkmen, Türkmenistan, Turkmenistan, Aşxabad, Aşkabat, Ozbekistan, Kazakhstan, Uzbekistan, North, Cyprus, Kıbrıs, MHP, AKP, CHP, TURKEY, Turancılık, KKTC, Vatan, Ülke, Millet, Bayrak, Milliyet, Cumhuriyet, Respublika, Alparslan Türkeş, Atatürk, Elçibey, Bahçeli, Aytmatov, Bahtiyar Vahabzade, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, İsmail Gaspıralı, Gaspırinski, Nihal Atsız, Alptekin, Kürşad, Tarih, Kardeş, Xalq, Halk, Milletçi, Milliyetçi, Yürek, Ürek, Türklük, Beynelxalq, Arbitrli, Elmi, Jurnal, Nüfuzlu