Yakın Tarihin Analizi, Günümüz ve Gelecek İçin Alınacak Tedbirler - H. Okan Balcıoğlu - TURAN-SAM : TURAN Stratejik Ara?t?rmalar Merkezi - http://www.turansam.org









Yakın Tarihin Analizi, Günümüz ve Gelecek İçin Alınacak Tedbirler - H. Okan Balcıoğlu
Tarih: 31.01.2009 > Kaç kez okundu? 3654

Paylaş


İnsanlar gibi toplumlar da bir şeyi yapmanın veya göz yummanın zararını iki şekilde öğrenir. Ya yaşanmışlıklardan ders almak ya da onun doğuracağı zararları bizzat yaşayarak öğrenmek. Tabi ki yaşayarak öğrenmek gerek kişi gerek ise toplum için son derece acı verici, ızdıraplı bir süreçtir. Ders alma, nasihatı dinleme ise zarara uğramaktan koruyan ve kara geçirici bir şeydir. Arapça da bir atasözü vardır. Akıllıya bir işaret yeter der. Her şeyde olduğu gibi tarihten de ders almak akıllı insanların ve gelişmiş, yüksek eğitimlerin vasfıdır. Bu tür kişi ve milletler tarihi o kadar dikkatli irdelerler ki tarih onlar için bir bilim dalı olmanın ötesine geçer, bir yaşam tarzı bir politika haline dönüşür. Gelecekte olacakları ve nasıl yönlendirecekleri tespit etmek için geçmişte yaşanmışlıkların ışığını günün gerçeği ile çakıştırarak geleceği görmek için projeksiyon tutarlar.

Eğitim seviyesini yükseltmemiş, ders alma yetisi gelişmemiş milletler çok büyük medeniyetler ve devletler kurmuş bile olsalar sahip oldukları şartların ve ortamın onların etrafına çizmiş oldukları dar algıların cenderesinde sıkışıp kalır, dışarı da çıkamazlar.

Bu dar kalıplar nelerdir? Bunlar dinin menfaatler doğrultusunda kullanılmasından, bölgecilikten ve ekonomik sebepli dar menfaatlerden kaynaklanır. Esasında bunların hiç biri diğerinden daha etkin veya önemsiz değildir. Bir sistem çökmeye başladığında bunların hepside o vücutta aynı anda görülür.

Türkler gibi dünya tarihi içinde büyük devletler kurmuş olan bir milletin ürünleri olan devletlerini ayakta tutabilmek - yaşatabilmek uğruna bugün kimi sınırdaş kiminin ise adını unuttuğumuz, haritalarda yerlerini bile göstermekte zorlandığımız coğrafyalar üzerine bizler değil yukarıda da tanımlamaya çalıştığım gelişmiş ülkelerin tarihçileri, araştırmacıları çalışmakta oraları ile ilgili gerek siyasi gerek ise ekonomik çıkarlarını korumak ve arttırmak için projeler geliştirmektedirler. Ama unutmayalım ki o ülkeler aynı zamanda bizim yaşanmışlıklarımızdan çıkardıkları dersle bizim bile üzerimizde çalışmaktan çekinmemektedirler.

Günümüzde Orta Asya, Balkanlar karışık. Sınır komşumuz Irak büyük olaylara gebe, ön bahçemiz Kosova’da , Bosna’da belirsizlik hakim. Filistin malum. Araplar Batılı güçlerin kendilerinden bekleneni istisnasız onlara verirken bize mesafeli ve soğuk. Büyük dünya gücünün Ilımlı İslam adına bize yüklenen rolü temsil etmeye, öyle davranmaya çalışır, kurulması gereken ve devletimiz, milletimiz için daha hayırlı olacak birlikler yerine uğraşacak iken bizim devlet sistemimiz, sınırlarımız ile dinimize şekil vermek isteyenlerin taleplerini yerine getirmeye çalışmaktayız.

Tarihten ders alınması umuduyla yıllardır gündemimizden düşmeyen Arap – Filistin sorunun bizi ilgilendiren başlangıcı ile bugüne gelmesine sebep olan olayları anlatmaya çalışacağım.

Tanzimat fermanının (1839) ilanı ile Osmanlı coğrafyasının her yerinde cemaat okulları ile onu takip eden misyoner okulları açılmaya başladı. Özellikle Hıristiyan milletlerden olan cemaatler buna çok önem gösteriyordu. Rahat çalışma imkanı bulan ve merkezi Avrupa ülkeleri olan misyoner okulları da batı tarzı eğitim sistemi ile eğitim faaliyetine başlamışlardı.

Arap coğrafyasında Hıristiyan Arapların çoğunlukta bulunduğu Şam, Humus, Hama, Beyrut ve Halep gibi kentler bu tür okulların ilk açıldığı yerlerdi.Bu okulların öncelikli amacı sahip oldukları Katolik veya Protestan mezhebini içinde bulunduklara benimsetmek ve devletlerine sempati duyacak, onun menfaatleri doğrultusunda çalışacak bir kitle oluşturmaktı.

Eğitim programlarında kendi dini anlayışlarının telkini dışında, Arapların ne kadar köklü bir tarihe ve kültüre sahip olduklarını ama Türklerin o coğrafyaya gelmesi ile Arap medeniyetinin büyük bir sekte yediğinden bu sebeple de geri kaldığı hususunda insanları koşullandırıyorlardı. Bunun yanı sıra yine aynı güçlerin propagandasını yaptığı ama kendi sömürgelerinde yaşayan halklara hiçbir hak tanımaz, meclislerinde temsilci bile bulundurmalarına izin vermezken, Arapların her medeni toplum gibi hakları bulunduğunu ve onların devletten talep edilmesi gereği hususunda insanları kışkırtmaktaydılar.

Tanzimat fermanı (1839) ile arkasından gelen Islahat fermanı (1856) döneminde Osmanlı Türk aydınları ilk önce Müslüman tebaa ile beraber yaşadıkları gayrimüslim tebaa arasında gittikçe artan uçurumu görmüş, devletin dağılmasını ve çöküşünü engellemenin çarelerini aramaya başlamışlardı. Dönemin aydınları için bunun önüne geçmenin en iyi çaresi gelişmiş ülkelerin idare sistemini benimsemek yani meşrutiyetti. Fakat bunu yaparken o ülkelerin değer algılarına, ahlak anlayışlarına yabancı kalmışlardır. Şöyle ki sözgelimi İngiltere o yüzyılda 250 milyon nüfusa sahip Hindistan’ı yönetirken parlamentosunda bir tane Hint kökenli temsilci bulunmuyordu. Yine Fransız meclisinde yönetimleri altındaki milyonlarca sömürge yönetimi temsilcisi ne bir Afrikalı, ne Hindiçinli, nede Müslüman Arap bir temsilci bulunuyordu. Oysa o dönem objektif incelendiğinde Osmanlı devletinde adil - serbest seçim uygulaması yapıldığı ve nüfus oranları nispetinde her milletten temsilcinin meclise girdikleri görülmektedir. Bunlar Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi gibi gayrimüslim tebaadan olanlar gibi Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman tebaadan olanların temsilcileri mecliste idi. Özellikle de Arap ve Arnavut temsilciler içinde ciddi bir muhalif kanat vardı.

Doğrusunu söylemek gerekirse bunu Türk devlet geleneğine bağlamak gereklidir. Türk sosyo – kültür algısı paylaşımcı ve hoşgörücü (Nedense Osmanlı bunu asli unsurundan esirgemiştir.) bir yapıya sahip olması devlet sistemine de işlemişti. Bu algı hemen hemen Türklerin dünya üzerinde kurmuş olduğu her devletin yapısında görülmektedir. Bu anlamda asli unsurun dışındakileri küçümsemek ve yönetim dışında tutmak Türk milletinin değer sistemine yabancıydı. Fakat bu anlayış Osmanlı örneğinde de görülebileceği gibi devletin zayıf dönemlerinde ciddi dezavantaja hatta bir iç tehdit unsuruna dönüşmekteydi.

Osmanlı aydınları batı ülkeleri ile yaptıkları mukayeseler sonucu bazı uygulamaların mutlaka Osmanlı coğrafyasında uygulanmasından taraftardı. Bunlardan biri Ahmet Cevdet Paşanın Osmanlıca’nın resmi dil olarak kullanılması hususunda ki çalışmalarını örnek gösterebiliriz. Ahmet Cevdet Paşa İngilizce, Fransızca, Rusça ve İspanyolca gibi dillerin o ülkelerin resmi dili olduğunu, bütün kamu kurumları ile adliyede işlediğini bilmekteydi. O da bu yolda karar alarak vali olarak bulunduğu Suriye’de muhakemelerde bundan sonra Türkçe’nin kullanılması için talimat verdi. Bu olay özellikle Araplar tarafından büyük bir tepki ile karşılandı. Beklenilmeyen bu muhalefet sunucunda paşa geri adım atarak vermiş olduğu kararı geri aldı. Oysa ne böyle İngiltere nede Fransız yönetimi altındaki topraklarda böyle bir itirazı yerli halkın göstermesinin imkanı bile yoktu.

Genç Osmanlıların gayreti sonucu, I. Meşrutiyetin kabulü ile gerçekleştirilen seçimler akabinde meclis oluşturuldu. Devletin vatandaşı diğer gayrimüslim ve Müslüman tebaası gibi Araplarda nüfusları ile endeksli bir oranla (%25) meclise temsilcilerini gönderdi. Tabi ki o coğrafyadan gelenlerin hepsinin Arap kökenli olduğu savında ısrarcı olmak sadece önyargıdan ibarettir. Çünkü özellikle Halep, Kerkük, Musul ve Libya’nın Fizan bölgesinden seçilenler Türk kökenli idi. Meclis çalışmaya başladığında ilk günden itibaren bölgede ki ekonomik koşulları ve devletin almış olduğu vergilerin yüksekliğini şikayet etmeye başlayan Arap millet vekilleri muhalefet ve taleplerini ardı ardına sıralama hususunda gayrimüslim ( Bulgar, Sırp, Ermeni, Rum) milletvekilleri ile yarışmaya başladılar.

1877 – 78 savaşı ( 93 harbi) ve yenilgi ile sonuçlanması sürecinde özellikle batı ülkeleri ile ABD’nin bölgede açmış olduğu kolej ve üniversitelerinden mezun Suriyeli Hıristiyan ve Müslüman gruplar tarafından Osmanlıdan ayrılma dileklerini ifade eden eylemler görüldü. Bu meclise ademi merkeziyeci ( otonom) talepleri olarak yansıdı. Bu Arapların devlete karşı ayrılma işareti oldu. Daha kötüsü doğu cephesinde görevli olan Arap kökenli subayların Rus ordusuna Osmanlı askeri gücü hakkında bilgiler sızdırdığı ve Erzurum’un düşmesine sebep olduklarına dair duyumlar alınmıştı. Bunda ki maksadın Osmanlı devletinin çok ağır bir yenilgi alması ve özelliklede Suriye’de bağımsız bir devlet kurma amacının planladığı düşünülmektedir.

Savaşın çıkması ve aleyhte sonuçlanması üzerine II. Abdülhamit meclisi kapatması üzerine millet vekilleri geldikleri bölgelere geri döndü. Genç Osmanlıların oturtmayı planladıkları Osmanlı vatandaşlığı merkezli kimlik ve demokratik koşulların iyileştirilmesi ile Avrupa’nın müdehalesinin önüne geçme planları sonuç vermemiş, üstüne üstlük parçalanma sürecini daha da hızlandırmıştı. II. Abdülhamit yönetimde sıkı istibdat uyguladı. Öyle olmasına rağmen bu bütün Osmanlı coğrafyasında ki diğer tebaaların olduğu gibi Arapların yaşadığı bölgelerde de ayrılıkçılık duygularının hızla yayılmasına ve bu amaçla örgütlenmelerine engel olamadı. II. Abdülhamit idare-i maslahat denilen günümüz Türkçesi ile durumu idare etme – günü kurtarma siyasetinin üstadı idi. Arapların gönlünü hoş tutabilmek için bir çok Arap ileri gelenlerini ve oğullarını saray hizmetine almış onlara devlet görevi dağıtmıştı. Bunun yanı sıra yine bir çok kabile reisi ve eşraftan kimselerin çocuklarını İstanbul’a getirtmiş onları askeri okullara yerleştirmişti. Bu yolla hem çocukları devlete ısındırtmaya hem de çocukları İstanbul’da okuyan (Aynı zamanda rehin alınmış olan) aşiret şeyhlerinin devlete karşı ayaklanmalarını engellemeye çalışıyordu. Bu uygulama sadece Araplara yönelik değildi aynı zamanda Kürt ve Arnavutlara da yönelikti. Çünkü doğu Anadolu’da ki Ermeniler ile Balkanlarda ki diğer gayrimüslim unsurlara karşı da Arnavutlar bulundukları bölgede statükoyu sağlıyorlardı. Tabi bunun karşılığı onlara tanınmış imtiyazlar karşılığı idi. Bunlar ise yukarda belirttiğim gibi kabile şeyh ve ileri gelenlerinin kendileri ile çocuklarına belli devlet görevleri verilmesi. Çocuklarının askeri okullarda okutularak subay rütbesi ile orduda görev yapmalarının sağlandı. Ayrıca Hicaz ahalisi, Arnavutlar ve Kürtler vergiden ve askerlikten muaf idi. Bunlar da askerlik II. Meşrutiyete kadar gönüllülük esasına göre uygulandı.

II. Abdülhamit dönemi incelendiğinde Müslümanlık vurgusunun çok yapıldığını, özelliklede ülkenin gayrimüslim tebaasına karşılık Müslüman tebaadan olanların yukarıda da belirtildiği gibi ülkenin emniyet ve asayiş güvencesi olarak öne çıkarıldığı görülmektedir.

Peki buraya geldiğimizde ülkenin kurucusu ve asli unsuru Türklerin durumu ne idi? Bunu da irdelememiz o günleri ve bugünleri anlamamıza daha faydalı olacaktır.

Türkler devletin nüfus olarak en büyük yüzdesini teşkil etmekteydi. Oran olarak en büyük kesim olmalarına rağmen kimlik bilinci oluşmamıştı. Bu sebeple de bir kimlik kaygısı hissetmediği gibi yüksek eğitim almış kimseler dışında bunun içinde mücadele vermiyordu. Çoğunluğu oluşturmalarına rağmen yönetimden paylarına düşen hisseyi alamadıkları gibi değil gayrimüslim kendi dindaşlarına tanınan ayrıcalık ve imtiyazlardan bile istifade edemiyorlardı. Aksine daha çok vazife altında ezilmekte, istismar edilmekte ve vergi yükü altında sömürülmekteydiler. Bunun dışında İslamiyet’in Arap topraklarında doğması ve peygamberimizin o coğrafyada yaşamış olmasından dolayı Arap milletine karşı duyulan muhabbet bazı devlet adamlarının kendilerine kavmi necip ( Saygın millet) ifadesi kullanması, zaman içinde bu algının Türkler arasında yerleşmesine sebep olmuştu. Geçen zamanla din ve peygambere yönelik sevginin tezahürü olan Araplara – Arapça’ya olan ilgi bir süre sonra yerini hayranlığa ve taklide götürmüştü. Bu Türklerde gönüllü asimilasyona neden olmuştu. Öyle ki Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı topraklarına katılan ve o günden sonra da özellikle Halep, Şam, Cebeli – Lübnan, Lazkiye’ye gibi yerleşim birimleri, kentlere göç ettirilen Türkmen aşiretleri zaman içinde Araplaşarak milli kimliklerini kaybetmişlerdir. Sözgelimi Şam’ın en tanınmış ve nüfuzlu ailelerin biri olan Azimzadeler aslen Konya’dan göç ettirilmiş Türkmen aşireti kemik Hüseyin’in torunlarıydı. Bu yabancılaşma o kadar fazlalaşmıştı ki I. dünya savaşı sürecinde devlete muhalif olan ve Arapçılık siyasetinin propagandasını yapanların arasında kimliğini kaybetmiş Türk kökenliler de vardı. Bu sadece Araplaşma sadece Arap coğrafyasında gözükmüyordu güney Anadolu’da yaşayan bir çok Türkmen aşireti Türkçe’yi bırakmış Arapça’yı kullanmaya başlamış, kültürel nesne ve davranışlar sistemi onlarca tercih edilir olmuştu. Bugün hala Urfa gibi güney Anadolu bölgemizdeki illerimizde aslen Kızıl keçili ve Kara evli Türkmenlerinden olduğunu belirten ama Arap kültürünün etkisi altında kalmış binlerce insanımız bulunmaktadır. Yine akeza Suriye’de de aynısıdır. Araplaşmanın tesiri din tesiri ile iç Anadolu bölgesine kadar ulaşmıştı.

20. yüzyıla gelindiğinde, Genç Osmanlılar hareketi Genç Türkler adını almış daha milli bir görünüm almıştı. Aynı batı ülkelerinde ki gibi bir sistem ve Osmanlı vatandaşlığı esaslı bir devlet yapısı arzuluyorlardı. Ama aynı I. Meşrutiyette dikkate alınmayan Avrupa’nın demokrasiyi ve hukuku kendi menfaatleri doğrultusunda farklı uygulamasına dikkat etmemişlerdi. Avrupa devletleri asli unsurlarına her türlü hakkı tanırken, yönetimleri altındaki sömürge halkları her türlü haktan mahrumdu. Bu açıdan Avrupa’nın Makyavelist bir siyaset anlayışı olduğu gayet açıktı.

1908 senesinde Meşrutiyet talebiyle bazı Balkan şehirlerinde başlayan dağa çıkma eylemleri hızla büyümüş, bütün Osmanlı Rumeli’sine yayılmıştı. Hareket çok kısa zamanda gücünü göstermiş ve II. Meşrutiyetin kabulünü getirmişti. Yeni meclis azınlık muhalefeti açısından I. Meşrutiyeti aratmadı. Gerek Müslüman ( Arap ve Arnavut) gerek ise gayrimüslim ( Rum, Bulgar, Ulah, Ermeni, Yahudi, Hıristiyan Arap) taleplerini yine arka arkaya sıralamaya başladılar. Fakat burada İttihatçıların umudu Türk nüfus oranının meclise yansımasıydı. Çünkü nüfus çoğunluğu Türklerdeydi.

Meşrutiyeti hazırlayan geniş bir kesim II. Abdülhamit’in uzun istibdat döneminde Asya’da Araplara, Balkanlarda Arnavutlara gösterdiği hoşgörünün Osmanlının asli unsuru olan Türklerden esirgenmesinin hatta daha da itilip kakılmasına, geri kalmasına ve devletin bahar güneşi gören buz tabakasının çatırdama seslerini anımsatır bir şekilde parçalanma sürecine sürüklenmesine karşı tedbir almanın, önüne geçmenin sadece ama sadece Türklerin geçmişi zaferle dolu eski günlerde olduğu gibi devlet sistemi içinde kendini hissettirmesi ile önleneceğini düşünüyordu.

Meşrutiyetin ilanın getirmiş olduğu serbestiyet ile yer altına çekilmiş olan ayrılıkçı örgütler yer üstüne çıkmıştı. Bir çoğu dernek, klüp adı altında rahatça çalışmaya başladı. Bunların görüşleri doğrultusunda yayın yapan gazete ve dergileri bile vardı. Arap dernekleri, Arnavut Başkım derneği, Ermeni Taşnak derneği, bir Yahudi Siyonist teşkilatı, Rum dernekleri ve Sırp derneği bunlardan sadece bazılarıydı. Bu derneklerin verdikleri zararı fark eden hükümet 1910 da bu dernekleri kapattı. Bu dernekler yine yer altı çalışmalarına geri döndü.

Hükümet Türklerin devlet kadroları içinde yerleştirilmesine önem verdi. Türkçe devletin bütün coğrafyasında resmi dil yapılarak, okullar ve bütün kamu dairelerinde Türkçe’nin kullanılması zorunlu hale getirildi. Ordu içindeki özellikle alaylı tabir edilen eğitimsiz ama zaman içinde gösterdikleri başarılar ile çoğu kez de II. Abdülhamit’in uzun saltanatı döneminde sadece devlete bağlılıklarını devam sağlamak için haksız ve yersiz verilen rütbeler ile onure edilmişlerdi. Bu ordu içinde ciddi bir huzursuzluğa ve mektepli – alaylı çatışmasına sebep olmaktaydı.

Orduda görevli bazı Arnavut ve Arap subaylar gizli cemiyetler kurmuş olup milliyetçilik ve bölgecilik esaslı çalışmalar yapıyor ,düşüncelerini başkalarına yaymaya uğraşıyorlardı. Bunun yanında ordu milli bir ordu olmanın çok ötesinde bir görünüm arzu ediyordu. Ordunun en önemli dokuz yerini 2 Arap kökenli, 2 de Arnavut kökenli paşa temsil ediyordu.

Konuya tekrar dönersek Meşrutiyeti gerçekleştiren ve Türk milletini yine yönetim mekanizmasında olması hususunda ki çalışmalar tüm hızı ile sürerken aniden Trablusgarp savaşı (1911), o savaş devam ederken akabinde Balkan savaşı(1912-13) başladı.

Savaşın ilk günleri başarılı bir grafik çizen çatışmalar zaman ilerledikçe Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilk mecliste ifade ettiği gibi milli utanç durumuna dönüştü. Çok kısa bir zamanda 125 bin km2 toprak kaybedildi. Bulgar ordusu Çatalca önlerine kadar geldi. İşgal ordusunun top sesleri İstanbul’un o zaman banliyösü olan Bakırköy’den işitilmeye başlandı. On binlerce yaralı asker ve düşmanın sivillere yönelik insafsız saldırılarından kaçan halk gerek trenler ile gerek ise araba veya yaya olarak Eminönü garına, meydanlara ve cami içleri ile avlularına yığıldı. Bu 93 harbinden sonra Balkan Türklüğünün uğramış olduğu 2. büyük trajediydi.

Burada Balkan savaşının nedenleri, gelişimi ve sonuçları üzerinde çok durmak istemiyorum. Ama bununla beraber yabancı ülkeler özellikle de İtalyanların tahriki ile savaş öncesi birkaç kez devletten ayrılma isteğiyle ayaklanan Arnavutların genelini tenzih etmekle beraber büyük bir kısmı savaş esnasında kendilerinden beklenen performansı göstermedi. Arnavut kökenli subay ve askerler birliklerini terk ettiler. Bununla birlikte Türklük ile kader birliğinde ısrarcı olan bir kısmı orduyu terk etmeyerek geri çekildi. Milliyetçiğin getirdiği bağımsız devlet hayaline kapılanları ise kötü günler beklemekteydi. Evet Osmanlıdan ayrılmışlardı fakat bu hareketleri onlara pahalıya patladı. Önce toprakları Karadağ, Sırbistan ve Yunanistan için bir savaş alanı oldu. Arkasından Avusturya Macaristan ile İtalya’nın desteği ile bir Arnavut krallığı kuruldu. I. Dünya savaşında yine o topraklar Avusturya- Macaristan , Karadağ, Yunanistan ile İtalya’nın savaş alanlarından biri oldu. II. Dünya savaşında ilk önce İtalyanlar, arkasından Almanlar ülkeyi işgal etti. Yine ülke ve üstünde yaşayanlar savaşın getirdiği vahşet, yıkım ile yüz yüze kaldı. Savaş bittiğinde 20. yüzyılın en despotik yönetimlerinden biri olan Komünist Enver Hoca’nın yönetimi altında yaşamak zorunda kaldılar. Kosova ve Makedonya’da yaşayan soydaşları da benzer süreçlerden geçmiş, özellikle Kosova’dakiler akeza 1999 senesinde Sırp kuvvetlerinin saldırılarına maruz kalmış, çıkan çatışmalarda binlerce masum insan hayatını kaybetmiştir.

Bu savaşla sadece büyük bir toprak parçası kaybetmedik üzerinde yaşayan yoğun bir Türk nüfusu da böylelikle sınırlar ötesinde kaldı. Oysa İttihat ve Terakkinin kurmayı arzuladığı milli devletin dayandığı Türk nüfusun bir kısmı da o coğrafyada yaşıyordu.

Artık yeni bir döneme girilmişti. Savaş öncesi meclisteki Türk mebuslarının oranı Arap mebuslarının oranına göre 2,5 – 1 oran teşkil ederken savaştan sonra bu oran 1,5 – 1 oranına düşmüştü.

Araplar da bu durumun farkındaydı. Hatta Balkan savaşının yoğun olarak cereyan ettiği ve aleyhimize döndüğü aleni olarak belli olduğu günlerde bile bağımsızlık taleplerini yeniden dillendirmekten, bu amaçla gösteriler yapmaktan çekinmemişlerdi. Balkan savaşının yenilgisi ve akabinde Arap nüfusun devlet içinde ciddi bir orana yükselmesi, bunun yanı sıra savaş tamtamlarının seslerinin gittikçe artmaya başlaması devletin yeniden Osmanlıcılığa hatta İslamcılık ideolojisine daha çok sarılmasına sebep oldu.

Devlet yönetimindekiler her savaşın başka bir savaşı doğuracağının bilincindeydiler. Zaten hızla gelişen Almanya kendisi için gerekli olan hammaddeleri teminde sıkıntı çekmekteydi. Dünya halihazırda Fransa ve İngiltere arasında paylaşılmıştı. Bu ülkeler için en gerekli olan petroldü. Dünya üzerinde en zengin petrol yatakları Osmanlı toprakları içinde bulunmaktaydı. Öyle veya böyle bu savaşın ana sebeplerinden biri olacağı görülmekteydi. Bu gelişmekte olan ve yeni süper güç iddiasında bulunan Almanya için kabul edilir bir şey değildi. Dünyada ki güçlü ülkeler arasında saflar belirginleşmekteydi.

İttihat Terakki bu oluşumda saflardan birini tercih etmek zorundaydı. Partinin ileri gelen üç büyüğünden Cemal ile Talat paşalar müttefiklerin ( İngiltere – Fransa) yanında, Enver paşa ise Almanların yanında savaşa girilmesinden taraftardı. Üçü de o ülkeler ile görüşmelere başladı. Cemal paşa Fransızlar ile yaptığı görüşmeden olumlu bir cevap alamadı. İngilizler ile görüşme yapan Talat paşa ise olumsuz yanıt aldı. Geriye sadece Enver paşanın görüştüğü Almanya kalmıştı. Almanya’nın müttefiki Avusturya – Macaristan devletinin dış işleri bakanı, Osmanlı devletinin kendileri için yük olacağını belirterek karşı çıktığında, Alman İmparatoru Kayzer Willhem her askerin yarayacağı bir yer vardır kuramını ileri sürerek savaşın özellikle Avrupa’da çok şiddetli geçeceğini, buradaki müttefik kuvvetlerini başka cephelerde uğraştıracak ordulara ihtiyaç olduğunu belirterek Osmanlılara savaşta ihtiyaçları olduğunu ona ifade etmişti.

Savaşın hızla yaklaşması İttihat ve Terakki yöneticilerinin Araplar ile ilişkilerin geliştirilmesine, eskisi gibi onların taleplerine olumlu bakılması gereğini dayatmıştı. Önce işe sadrazam olarak Hidiv ailesinden olan ve Arap kültürüne – diline ziyadesi ile vakıf Sait Halim paşa getirildi. Daha sonra önceki dönem o coğrafyada uygulamaya çalışılan Türkçe’nin yaygınlaştırılması ve bölgede görev yapacak – atanacak memurların seçimindeki hassasiyetten vazgeçildi. Rami ismindeki bir şahsın Şam’da İngiliz konsolosu olarak bulunan Berchtold’a ulaştırdığı mektubunda belirttiği hususlar, partinin Arap coğrafyasına yaklaşımında nasıl bir değişim olduğunu göstermeye kafidir. Mektupta üç hususa vurgu yapılmaktadır. Bunlar;

- Arap vilayetlerine atanan memurlarda Arapça bilme şartının aranması,

- Osmanlı konsolosluklarında Türkçe ve Fransızca’nın yanında Arapça’nın da 3. dil sayılması,

- Atama yerlerine yerel memurların atanmasına dikkat edilmesi.(1)

İstanbul hükümeti Araplara yönelik bu tür gönül alıcı uygulamalara hız verirken, bölge koşulları da farklı şekilde teşekkül etmekteydi. Bunlardan biri Yahudi yerleşimciler sorunuydu.

Filistin’e yerleşen bir grup Yahudi bölgede zaten kısıtlı olan su kaynaklarını ıslak etmişler onu daha kullanışlı hale getirmişler ve sahiplenmişlerdi. Oysa aynı bölgede yaşayan Araplar için su Allah’ın bir lutfuydu ve sahiplenilemezdi. Bu yüzden ve toprak yüzünden Yahudilerle çıkan çatışmalar üzerine Yafa ve Kudüs’deki Arap liderleri , 1911 yılında bir araya gelerek , İstanbul hükümetine telgraf çektiler ve Yahudi göçleri ile Yahudilere toprak satılmasının yasaklanmasını istediler. Bunun üzerine İstanbul hükümeti, Kudüs valisi ne talimat vererek , Türk vatandaşı olsalar bile , Yahudilere toprak satışının kesinlikle yasaklanmasını ve engellenmesini istedi.(2)

Türk vatandaşı olsalar bile toprak satışlarının yasaklanması ve engellenmesi hususundaki hususunda ki talimat II. Abdülhamit zamanındakilerden bile daha sertti. Çünkü bundan sonra sadece yabancılar değil, Osmanlı vatandaşı olan Yahudilerinde o bölgede toprak alımına engel getirilmişti. Fakat buna rağmen mevcut Yahudi yerleşimciler ile Araplar arasında ki çatışmalar I. dünya savaşının çıkmasına kadar sürdü. Savaş döneminde Yahudiler ile Arapların uzlaştığı yegane nokta Türklerin o coğrafyayı terk etmesi hususunda ki niyetleri ile o yolda beraber çalışmaları oldu. Buna en güzel örnek Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın Yahudi yerleşimcilere hitaben ifadeleridir.

Şerif Hüseyin’in oğlu emir Faysal 03 mart 1919 tarihinde şunları söylüyordu; Biz Araplarla Yahudilerin ırk bakımından yeğen olduklarına inanıyoruz...Biz Araplar, bilhassa içimizde aydın olanlar, Siyonist hareketine derin sempati ile bakıyoruz...biz Yahudilere , yurdunuza hoş geldiniz diyoruz. (3)

Diğer bir Medine şehrine kadar uzatılan Hicaz demiryolunun oluşturduğu huzursuzluktu. Bunun üç nedeni vardı. Bunlar;

- Demiryolu yapılmadan evvel hac ve ticaret kervanlarını yağmalamayıp, zarar vermesin diye devlet tarafından bedevi kabilelerine verilen haraç şimdi kesilmişti.

- Şehirlerarası insan ve yük nakil aracı olarak kullanılan deve, demiryolu yapıldıktan sonra önemini kaybetmişti. Oysa binlerce insan o bölgede kervancılık ile uğraşmakta , ellerinden de bundan başka bir iş gelmemekteydi.

- Diğer bir sebep belki de en önemlisi demiryolunun Medine kentine kadar uzaması ile devletin otoritesi o bölgede tam olarak tesis ediliyordu. Eskiden haftalarca süren yolculuk şimdi günler ile ifade ediliyordu. Özellikle dini konumu çok yüksek olan ve devlet tarafından tanınan bir çok ayrıcılıklardan istifade eden şerif konumunda olan kişi için bu bir tehdit ve risk teşkil ediyordu.

Özellikle Osmanlı devletinin bölgedeki son dini temsilcisi ve şerifi olan şerif Hüseyin kendisinin idare merkezi olarak kullandığı Mekke şehrine uzatılması planlanan Medine – Mekke hattına şiddetli muhalif idi. Bunu engellemek veya erteletmek için her türlü entrikayı gerçekleştirmekte, bölge halkını yapılması düşünülen demiryolu aleyhine kışkırtmaktaydı.

Dönemin Hicaz valisi Vehip paşa I. dünya savaşı öncesi şerif Hüseyin’in bu tür faaliyetlerinden haberdar olmuş, bunları defaten İstanbul hükümetine rapor etmişti. Raporlara göre devletçe kendine tanınan bir ayrıcılık olarak bölge halkından toplanan bir vergiydi. O bunu toplarken aşırılığa kaçıyor, fazla vergi topluyordu. En kötüsü bunu yaparken devletin askerini ve subayını bu işlerde kullanmasıydı. Vehip paşa, şerifin kendi özel işlerinde devletin askerlerini kullanmasına karşıydı. Hatta bu hususta bir emir yayınlayarak şerifin işleri için çıkılacak görevlerde askeri personelin üniforma giymesini yasaklamıştı. Vehip paşa şerifin bu tür işlerde bilinçli olarak asker kullandığını amacın devlete karşı bölge halkının tepkisinin artmasını sağlamak, devletten soğutmak gibi niyetleri olduğunu düşünüyordu. Gerçektende şerifin bu tür faaliyetleri yüzünden bölge halkının devlete karşı bağları gittikçe kopmaya ve hatta kinlenmeye başlamıştı.

Tabi ki İstanbul’un önünde yeni bir şerif atama seçeneği vardı, hatta aday bile hazırdı fakat savaş arifesi yapılacak böyle bir girişim, mevcut şerifin ayaklanmasına yol açarak bölgeyi kaosa sürükleme riski taşıdığından bu işin çözümü ileriki bir tarihe bırakılmıştı. Türk atasözünün dediği gibi; Dere geçerken at değiştirilmezdi. Bu sebeple İstanbul, Vehip paşaya şerif ile iyi geçinmesi telkininde bulunurken kendisi de şerif ile olan diyaloglarını gayet diplomatik ve politik bir düzeyde sürdürmeye devam ediyordu. Zaten şerif Hüseyin’in de bir süreden beri İstanbul’a yaklaşımı da aynı düzeydeydi. Ayrıca şerif iki oğlunu da ( Emir Ali ve Emir Faysal ) bir süredir temkinli olmaları ve devletten ayrılma hususunda belli merkezler ile görüşmeler yapmaları için görevlendirmişti. Emir Faysal, El cemiyye el Arabiye el fetat isminde gizli bir örgüte üye idi. Ayrıca Osmanlı ordusunda görevli olan bazı Arap kökenli subaylarda el ahd isminde gizli bir örgüt kurmuşlar, Osmanlıdan ayrılmak için çalışmalar yapıyorlardı.

İngilizler Arap coğrafyasını çok iyi tanıyor, onların paraya ve güce ne kadar değer verdiklerini biliyordu. Savaş öncesi İngilizlerin Mısırlı Arap aracılar ile anlaşmaya çalıştığı şerif Hüseyin son derece temkinli davranmış İngilizlere net tutumunu ifade etmemişti.

Osmanlı devleti 1915 senesinde savaş girdiğinde her cephede çatışmalar başladı. İlk sene güçlü ordusu açık vermeyen hatta Çanakkale ve Selmanı Pak gibi savaşları kazanan ordunun morali batı Avrupa’da savaşan Alman ordusunu rahatlatmak için İngilizlerin denetiminde ki Mısır’a karşı bir saldırı denemesi gerçekleştirdi. Süveyş kanalını geçme teşebbüsü olarak özetlenebilecek bu savaş kanal boyunda ki gerek İngiliz tahkimatlarının kuvvetliliği, gerek askerin sal ve bot gibi techizat eksikliğinden gerek ise Arap ve Yahudi casusların operasyonu İngilizlere bildirmesinden dolayı başarısızlıkla sonuçlandı. Kanala yapılan iki saldırının da başarısızlıkla sonuçlanması bölgenin genel valisi olan Cemal paşayı hiddetlendirmişti. Şam’a geri döner dönmez İngilizler ve Fransızlar ile temas kurduğuna ve ilişkiye girdiğine dair haklarında istihbarat bilgileri olan onlarca Arap ileri geleni, gazeteci, aydını divanı harp mahkemesine yolladı. Onlarcası asıldı. Bölgede devlete karşı bağlılığından kuşku duyduğu 5000 bin aileyi Anadolu içlerinde geçici iskan olacakları yerlere tehcir ettirdi. Bölgede güvenlik önlemleri arttırıldı ve casus avı başlatıldı. Bu süreçte ele geçen onlarca Arap ve Yahudi casus harp mahkemelerine sevk edilerek idam edildi. Bu tutum Suriye’nin karışık olan ortamını biraz olsun düzene sokmuş gibi gözükse de devlete olan muhalefetin ve öfkenin daha da büyümesine sebep oldu.

Bunun akabinde 1916 Mayısında şerif Hüseyin İngilizler ile kendisine bir bölgenin verilmesi ve emir tanınması durumunda devlete karşı ayaklanabileceğini belirtti. İngilizler kabul etti. Şerif böylelikle savaşın başında padişahın şeyhülislam fetvası ile ilan etmiş olduğu cihadı ekberi tanımadığını ilan ediyordu. Artık Osmanlı devletinde din bağlayıcı bir unsur olmaktan çıkmıştı. İsyancı Araplar için Osmanlı devleti bir düşmandı.

İsyan eden şerifin ilk hedefi yaşadığı ve merkez olarak kullandığı Mekke’de bulunan Türk garnizonuna saldırarak ele geçirmek oldu. Ondan sonraki hedef, İngiliz donanmasını kıyılara yaklaştırmayan Türk topçu bataryalarının bulunduğu stratejik Akabe kasabasına baskın yapmaktı. Şerifin oğlu emir Faysal ile İngiliz casus T.E. Lawrence’in komuta ettiği Arap kabileleri kara tarafından savunmasız olan kasabaya arkadan saldırarak ele geçirdiler. Ayaklanma hızla Arap yarım adasına yayılmaktaydı. Bunu izleyen süreçte Hicaz’a özelliklede Medine’de ki askeri güçlere mühimmat - takviye ihtiyacının üzerinden karşılandığı demiryoluna - köprülere sabotajlar düzenlemeye ve karakollar basmaya başladılar.

Akabe’nin İngilizlerin eline geçmesi ile Arap coğrafyasının ortasına ayak basan İngilizler hızla iç kısımlara ilerlemeye başladı. Bu süreçte yardımcıları şerif Hüseyin’in oğlunun başında bulunduğu Arap kuvvetleri idi. Osmanlı ordusu içinde görev yapan ve Arapçılık düşüncesine sahip olup uzun bir zamandır böyle bir fırsat kollayan Arap subayların büyük kısmı birliklerini terk ederek isyancılara katıldı. Arap askerlerin yine büyük kısmı gerek şerif Hüseyin’in aleyhte propagandasına gerek ise başlarında ki Arap subayların görev yerlerini terk etmesi, onları da firar etmeleri hususunda ki telkinlerinden etkilenerek birliklerinden ayrılmaları orduda büyük zafiyet ve moral çöküntüsüne sebep oldu. Şehir ve kasabaların düşüşü birbirini izledi. Osmanlı ordusu en sonunda güney cephesinin ordu karargahı olan Şam’ıda tahliye ederek, düzenli bir şekilde kuzeye, Halep istikametine çekildi. En sonunda Şam’da düşmüş İngilizler ve emir Faysal’ın komutasında ki isyancı Arapların eline geçmişti. Bu süreçten cesaret alan şerif Hüseyin’in kendini Arap krallığının başı ilan etmesi, İngilizlerin tepkisini çekti çünkü onların şerif ile görüşmelerinde kendisine krallık olarak verilecek olan ülkenin sınırları hususunda bir tespit yapılmamış, bu konu daha sonra belirlenmek üzere muğlak bırakılmıştı. Ama şerif kendine göre büyük bir Arap krallığı haritası çizmişti. Bu ülkenin sınırları Hicaz’dan Halep’in üstü Antakya’ya kadar olan bir alanı içine alıyordu. Oysa şerifin bilmediği bir şey vardı. İngilizler şerifle görüştükten tam altı ay sonra 1917 de Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi ve orada İngiliz güdümünde ileri karakol görevi yapacak bir Yahudi devleti kurulması hususunda Dünya Siyonist teşkilatı ile bir antlaşma (Balfour Deklerasyonu) imzalamıştı. Emir Faysal 1919 da Lozan’da Araplar ait müstakil bir devlet talebinde bulundu ve bunun W. WİLSON prensiplerinden biri olduğunu vurguladı. Fakat ne ABD’ye ne İngiltere’ye nede Fransa’ya anlatabildi. Büyük güçler coğrafya’yı aralarında paylaşmışlardı bile. Fransa Suriye ve Lübnan’ı, İngiltere Irak ve Hicaz’ı sömürge topraklarına kattı. Şerif Hüseyin buna itiraz etti. İngilizler onu Kıbrıs’a sürgüne gönderdiler. Emir Faysal Londra’dan morali bozuk bir şekilde Şam’a döndü amacı Arap coğrafyasının en mamur, bayındır bölgesi olan Suriye’yi Fransızlara kaptırmamaktı ama Lübnan’dan iç kesime doğru ilerleyen Fransız birliklerinin yaklaştığını duyunca Şam’dan kaçtı. Bu arada Filistin’de yeni bir devletin, İsrail’in temelleri atılıyordu. Oysa Şerif Hüseyin’in oğlu emir Faysal aynı yıl içinde Arap - Yahudi işbirliği ’ Hicaz arap devleti’ adına, Dünya Siyonist teşkilatı lideri Chaim WEİZMANN ile 3 Ocak 1919’ da Londra’da bir antlaşma imzalamışlardı. Antlaşmada Araplarla Yahudiler arasındaki ırki akrabalık ve eski bağlar vurgulanıyor.. Filistin’e mümkün olduğu kadar geniş bir Yahudi göçünün teşvik edilmesi kabul ediliyordu. Filistin’deki İslam’ın kutsal yerleri, Müslümanların kontrolünde olacağı, dünya Siyonist teşkilatının Arap devletine ekonomik ve teknik yardım yapacağı vurgulanıyordu.(4)

Bu durum özellikle kendilerini aldatılmış hisseden Filistinlileri çok kızdırmış ve üzmüştü. Kendilerine verilmiş vaatte durulmamasını hatırlatmak için bölgedeki ABD yüksek komiserliğine 27 Kasım 1919 yılında “Filistin meclisleri yüksek komisyonundan “ Birleşik Devletlerin ali hükümetine, Kudüs’te ki saygıdeğer Amerikan temsilcisinin dikkatine” Başlıklı bir kınama bildirisi verirler.

Zayıf Arap milletinin parçalanması için çalışan en büyük düşman sanılan Türkiye, bizi bu yavaş ölüme mahkum edecek kadar zalimleşmemişti. o halde, yakındoğu’daki zaferlerine Arapların yapmış olduğu katkıyı kabul eden dostumuz müttefikler, nasıl olur da böyle bir cezaya mahkum edilmemize göz yumarlar? Eğer Türkiye’ye karşı başkaldırdıysak, bu sadece haklarımızı öne sürmek içindi ve ittifakımızın ülkemizi böleceğini ve ardından da sömürgeleştireceğini önceden görebilseydik, Türklere karşı husumetimizi ilan etmezdik. (5)

Sonrası malum Araplarca yine bir çok gizli örgüt kuruldu. Bunların amacı Anadolu’da özgürlük mücadelesi Ankara hükümeti ile temasa geçmek ve yapılacak mücadeleler ile sömürgecileri kovduktan sonra adı Türk – Arap Federasyonu olarak adlandırılacak bir devleti kurmak. Ama artık köprünün altından çok sular akmıştır. Türkler kendi canlarının derdine düşmüş Araplar ise kendi ettiklerini kendileri bulmuştur. Anadolu’da o coğrafya’da evladını bırakmayan ana, orada kaybolan ferdinin arkasından helva pişmeyen hane kalmamıştı. Türkler fakir ve yorgundu. Mustafa Kemal’e gelen kendilerine yardım edilmesi taleplerine o her milletin özgürlük mücadelesinin kendisince verilmesi gereğini hatırlatarak kendilerinin var oluş mücadelesinin içinde olduklarını belirterek bu koşullar içinde onlar için yapabileceği bir şey olmadığı gerçeğini onlara anlatıyordu.

Bundan sonrası malum Arap coğrafyası petrol bölgeleri gözetilerek İngiltere ve Fransa arasında haritalar üzerinde gönyeler ile çizilmiş parçalara ayrıldı. İngiltere’nin kendi güdümünde bir Yahudi bölgesi kurulması kararı ile Araplara I. dünya savaşı içinde vaat ettiği bağımsız bir devlet sözünü tutarak şerif Hüseyin’in kardeşi Abdullah’ı bu gün Ürdün olarak adlandırılan küçük bir toprak parçasının kralı ilan ettiler. Fransa’da 1926’da Suriye’ye ait Akdeniz kıyısındaki bir bölgede kendi güdümünde olacak Lübnan isminde bir Hıristiyan devleti kurma kararı aldı ve uyguladı. Bütün bir bölge 1950’li yıllara kadar bu ülkelerin sömürgesi durumunda kaldı. Bu sömürgeci ülkeler o bölgeden fiilen çekilmesinden sonrada Arap halkı onların himayesinde geçirdikleri dönemde kendilerine uygulanan emperyalist kültür propagandasının etkisinde kaldı. Bugün bile o coğrafyaya gittiğinizde Türklerin 400 yıllık hakimiyeti boyunca benimsetemediği kendi dilinin yerine o bölgede 40 yıl hüküm sürmüş bu ülkelerin dillerinin halkın çoğunluğunca nasıl kullanıldığını görüp hayret etmemek ve kızmamak elde değildir.

Fransız tarihçi J. ROUXE’nin Osmanlı hakimiyetinden en son kurtulan millet dediği Türkler, Türkiye cumhuriyetini kurduktan 30 sene sonra bile Osmanlı devletinden ayrılmış olan devletlerin çoğu ya emperyalist ülkelerin esaretindeydi veya bir kaos – iç savaş yaşıyorlardı. Türkiye, Demokrat Partinin iktidara gelene kadar Balkan savaşında Arnavutlardan beklemediği bir hıyanet gördüğü için kırgın olduğundan Arnavut göçmenlerin ülkeye girmesine izin vermiyor sadece kimliğinde Türk yazanlara bu hakkı tanıyordu. Yine DP iktidarına kadar Arap coğrafyasına hac için bile gidilmiyordu. Kabul etmek gerekir ki yaşanmışlıklar çok tazeydi çünkü kayıplar çok büyüktü. Biz o coğrafyalarda sadece İngilizlerin bıraktığı gibi bina, yol bırakmamıştık. Biz o coğrafyalarda yüz binlerce soydaşımızı, ruhumuzu, canımızı, evlatlarımızı bizi biz yapan bütün değerlerimizi bırakmıştık.

Yukarıda uzunca bir tarihi süreci içeren ama benim kısaca değinmeye çalıştığım dönem yazımın başında değindiğim gibi bir çok ders alınması gereken olayları içermektedir. Bu tarihi olaylar silsilesi incelendiğinde sadece Arapları değil yine onlar ile hemen hemen aynı yolu izlemiş Arnavutların da anlatıldığı görülecektir. Eğer yazı iyice incelenerek deşifre edilirse çok dersler çıkarılacağına inanıyorum. Öncelikli olarak bir Türkçe atasözünü burada ifade etmek isterim. Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde mevcut durumla ve yakın zamanda yaşanmışlıklar ile birebir örtüşmektedir. Atasözümüz Dede limon yese torunun dişleri kamaşır der.

Yazının sonunda bu tarihi serüven içinde alınması gereken dersler nelerdir bir kaçını aşağıya sıraylayım.

- Bir ülke önce asli unsuruna önem vermeli onun eğitim düzeyini yükseltmelidir.

- Siyasette özelliklede iç güvenliğin söz konusu olduğu bir ortamda taviz, tavizi doğurur. Onun için tutarlı ve istikrarlı olunmalı tavize izin verilmemelidir.

- Resmi tek dil olmalı ve bu dil her yerde kullanılmalıdır. İki dilli yapıya kesinlikle gidilmemelidir.

- Küçük olaylara büyük tepki vermek kadar büyük olaylara da küçük tepki verilmesi bir devlet için son derece hatalı bir davranış şeklidir.

- Atamalarda her hangi bir bölgeye memur olarak o bölgenin kendi insanını göndermek Osmanlı pratiğinde görüldüğü gibi son derece büyük sıkıntılara yol açmaktadır.

- Çok milletlilik kavramının ve lilik – cilik takılarının bir devleti nasıl dağılmaya getirdiği çok net bir şekilde Osmanlı devleti örneğinde görülmektedir.

- Her toplumun bir algı seviyesinin bulunduğu bilinmeli ve bu algının üstündeki değerler toplumun ona hazır olmasına, gereklilik hissetmesine kadar sunulmamalıdır. Bir benzetme verilirse Bebeğe kebap yedirmeye kalkılmamalıdır.

- Yabancıların tavsiye ve tavizleri ile hareket edilmemelidir. Bunlardan hayır gelmeyeceği tarihi tespitler ile vakidir.

- Dar ve bölgesel milliyetçilik anlayışı ile hareket etmenin o toplumları ve kendilerinden olan asli unsuru ne hale getireceği görülmeli bu tür bir faaliyetin sadece ülkenin bölünmesini isteyen ve bundan çıkarı olan emperyalist ülkelerin işine yarayacağı görülmelidir.

- Allah bir toplumu kuralları ile yöneteceği zaman peygamber ve velileri vasıta etmiştir. Siyasetçiler ise bir toplumu kendi arzularına göre yönetmek istediğinde Allah’ı.

Kaynaklar:

(1) HHS. PA 38/36. Rami’den Berchtold’a (Şam, 17 Ocak 1914)

(2) Avneri Arieh L. Claim of dispossession; Jewish land settlement and the Arabs 1878-1948 s 77

(3) John Norton Moore, the Arap-Israel conflict, c.3,s. 7

(4) John Norton Moore, the Arap-Israel conflict, c.3,s. 40-41

(5) US 867.00/1094 Filistin meclisleri yüksek komisyonundan ’ Birleşik Devletlerin ali hükümetine, Kudüsteki saygıdeğer Amerikan temsilcesinin dikkatine’ ( Hayfa, 27 kasım1919)

(6) Halil KAYALI Jöntürkler ve Araplar

(7) F. Rıfkı ATAY Zeytindağı





Yorumlar









Aktif Ziyaretçi 54
Dün Tekil 1505
Bugün Tekil 912
Toplam Tekil 4075694
IP 18.118.120.109






TURAN-SAM PRINTED ISSN: 1308-8041
TURAN-SAM ONLINE ISSN: 1309-4033
Journal is indexed by:





























16 Sevval 1445
Nisan 2024
P
S
P
C
Ct
P
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30


T rk milletindenim diyen insanlar her eyden nce ve mutlaka T rk e konu mal d r.
(Mustafa Kemal ATAT RK)


Ekle kar









Anasayfa - Amaç - Hedefimiz - Mefkuremiz - Faaliyetler - Yönetim - Yasal Uyarı - İletişim

Her Hakkı Saklıdır © 2007 - 2023 TURAN-SAM : TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sayfa 1.311 saniyede oluşturulmuştur.

TURAN-SAM rssTURAN-SAM rss
Google Sitemap

"Bu site en iyi mozilla firefox'ta 1280x960 çözünürlükte görüntülenir."

Turan Portal v1.3 | Tasarım TURAN-SAM , Kodlama Serkan Aygün

Turan Nedir?, Bilimsel Dergiler, En popüler Bilimsel Dergi, Endeksli Bilimsel Dergiler, Saygın Bilimsel Dergi, Türk Dünyasının en popüler ve en saygın Bilimsel Hakemli Dergisi, SSCI, SCI, citation index, Turan, Türk Devletleri, Türk Birligi, Türk Dünyası, Türk Cumhuriyetleri, Türki Cumhuriyetler, Özerk Türkler, Öztürkler, Milliyetçi, Türkçü, Turancı, Turan Askerleri, ALLAH'ın askerleri, Turan Birliği, Panturan, Pantürk, Panturkist, Türk, Dünyası, Stratejik, CSR, SAM, Center for Strategical Researches, Araştırma, Merkezi, Türkiye, Ankara, İstanbul, Azer, Azeri, Azerbaycan, Bakü, Kazakistan, Alma-Ata, Astana, Kırgız, Bişkek, Kırgızistan, Özbekistan, Özbek, Taşkent, Türkmen, Türkmenistan, Turkmenistan, Aşxabad, Aşkabat, Ozbekistan, Kazakhstan, Uzbekistan, North, Cyprus, Kıbrıs, MHP, AKP, CHP, TURKEY, Turancılık, KKTC, Vatan, Ülke, Millet, Bayrak, Milliyet, Cumhuriyet, Respublika, Alparslan Türkeş, Atatürk, Elçibey, Bahçeli, Aytmatov, Bahtiyar Vahabzade, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, İsmail Gaspıralı, Gaspırinski, Nihal Atsız, Alptekin, Kürşad, Tarih, Kardeş, Xalq, Halk, Milletçi, Milliyetçi, Yürek, Ürek, Türklük, Beynelxalq, Arbitrli, Elmi, Jurnal, Nüfuzlu